GİRİŞ
Soğuk bir kış günüydü...
Bir süredir durmaksızın lapa lapa kar yağıyordu. Günlerdir sadece yağmakla kalmamış, tutmuştu. Yerdeki kar dizlerimin hizasını çoktan geçmişti. Biraz daha kassa kalçalarıma kadar gelecek seviyedeydi ama bu bir ölçü sayılmaz çünkü ben kısa boyluyum. Şu yaşıma kadar bu ölçüde kar görmemiş olan benim normal şartlar altında sevinçten çıldırıyor olmam ve yağan kar tanelerinin estetiği karşısında gözyaşlarımı tutamamam gerekiyordu aslında ancak ne yazık ki bir süredir oldukça sıkıntılı ve normal insanların tahmin edemeyeceği şekilde bunaltıcı günler geçiriyordum. Yine de kar beni az da olsa mutlu etmişti. Bu buhranlı durumun detaylarını kimseye sıkıntı vermemek adına es geçeceğim fakat günlerdir kaçışım yağan kar ve elimdeki kitaplar olmuştu.
Hayatımda ilk defa kar kütlesine yatıp kelebek izi çıkarmayı başardığımda histerik bir gülme krizine yakalandım etraftan gelip geçenlerin garip bakışları altında. Sonra karın üzerine "çokta tınnnnn" yazdım. Boş vakitlerimde, ki maalef az, apartmandaki çocuk irileriyle kardan adam yapıp kar topu oynadım. Artık aralarına nasıl sızdıysam beni hem kendilerinden biri olarak görüp hem de bir şekilde saygı duymayı öğrendiler. Bunda kar topu savaşlarındaki sezgisel stratejik yeteneğimin de faydası olduğunu düşünüyorum ki şimdiye kadar bu derece şiddetli savaşlara girmişliğim yoktu. Dediğim gibi ilk kez tam anlamıyla kar görüyorum sayılır. Daha önce kar topu demek arabaların üzerindeki buz tutmuş 0,05 cm'lik kütleyi sıyırıp "aaa, kartopu" demekten ibaretti. İlk karımı yurt dışında görmüş ve kadınların o kar ve buz kütleleri üzerinde 10 cm' lik topuklularıyla nasıl yürüdüğünü merak etmiştim.
Bu çocuklarla olan kar münasebetim bir tarafımı nasıl kaldırdıysa kendimi kar konusunda tecrübeli saymaya hatta önceki hayatlarımdan bir tanesinde Sibirya' da falan yaşadığımı düşünmeye başlamıştım. Umarım o hayatımda kürek mahkumu olmamışımdır. Kızaklar üzerinde seyahat edebilen biri olduğumu düşünmeyi yeğlerim. Bu kendimi beğenmişliğim, bu çocuk irileriyle kardan adam yapma çalışmalarına başlamamızla söndü tabii ki. Anladım ki bu kadar sabırlı değilim. Yani iki kütleyi üst üste koyduk işte, alın size kardanadam! Hayır efendim, nedir her seferinde evlerden zeytin, havuç falan getirip göz ile burun yapmak, salatalıklarla kulak yapmaya çalışmak? O yuvarlak kütleleri yapmak zaten zavallıların saatlerini alıyor, bir de süsleme ile uğraşıyorlar. Ben oldukça yaşlı biri olarak, komuta zincirinin tepesinde olmamdan kaynaklanan koltuk rahatıyla sadece komutlar vermekten sıkılmışken bu gariplerim ilginç bir neşe içinde çalıştılar her seferinde günlerce. Ama işin en gıcık yanı yine beni buluyordu. Hadi zeytinden göz yapmak sorun değil de, o havuçlardan burun yapma merasimi yok mu!!!! Girmiyor kardeşler, o boy boy havuçlar o salak kardan adamın kafasına girmiyor, oturmuyor, durmuyor! Her seferinde aklımdan, çocuğun biri onu orada tutarken uzaklardan koşarak atacağım uçan tekme darbesiyle kafaya oturtmak geçti ancak içimde kalmış olan az miktardaki merhamet kırıntısı çocukların önünde ve onların çabasının üzerine bunu yapmamı engelledi.
Bu karlı günler esnasında, bu bunaltıcı günlerden kaynaklı ve bir nevi mahsur durumunda olmam dolayısıyla kitaplara sardım. Gereğinden fazla okudum, internetten sipariş veremediğim ve bütçem kısıtlı olduğu için etraftaki sahaflara sarmıştım ancak benden kaçtıklarını düşünmeye başladım. Ne var ki, bu benim yanılsamam da olabilir zira içinde bulunduğum fiziksel durum ve atmosfer zihnimin bu tarz yanılsamalar yaratmasına uygun. "Yazsam roman olur" moduna ulaşmışken restim rest diyerek vites arttırarak "dramsa dram ulan" seviyesine geldim. Yani, fiziksel şartları geçelim ancak atmosfer olarak Çehov' un Üç Kızkardeş'i ya da Dostoyevski romanlarındaki sessiz, karanlık gecelerdeki havada asılı olan o zaman durgunluğunu düşünün bunun üzerine varoluşçu romanların bir kısmındaki o karanlık hatta karanlık değil, o garip havayı ekleyin ve daha bir sürü...
Bu arada dram demişken, tüm bu sıkıntılara ek olarak yanımda bilgisayarım ve internet olmadığı için ve zaman zaman evde mecburen birarada kaldığımız kişilerden uzakta kitabımı okuyacak sıcak ve tenha bir köşe bulamadığım için televizyona göz atmak durumunda kaldım. Kendisiyle yıllardır pek aramız yok. O nedir? Birbirinden entrikalı, kumpaslı, dedikodulu, dram etiketi altında diziler! Ve beni daha da hayrete düşüren, tüm bu "dram" ın klişeler üzerinden ve yaratıcılıktan uzak bir şekilde gerçekleşmesi. Halbuki dram dediğin daha günlük ve daha küçük durumlardan da kaynaklanabilir, çeşitlenebilir. Yani, benim büyük dramımın altında kendimi eğlendirmek için edindiğim şu deftere yazmak için aldığım üç tükenmez kalemin de yazmaması beni derinden etkileyen bir alt dramdı mesela!
İşte bu şekilde geçen zaman içerisinde soğuk bir kış günüydü. Akşamüstüne geliyordu. Ruh halim biraz düzelsin diye dışarı çıkmaya niyetlenmiş, apartman kapısına kadar gitmiştim ki kapının biraz gerisinde bulunan posta kutularına sıralanmış elektrik faturalarını gördüm. İçimden bir ses; "Hayır, bakma. İyice döşemişlerdir, moralin iyice bozulacak. Görmemezlikten gel ve kendini boyunca karların üzerine at" derken, daha muzip ve biraz daha mazoşist olan diğer ses; "Evet, bak faturaya. Zaten elektriği pahalıya satıyorlar, bir de faturaya ekledikleri kol kadar vergileri gör sonra gözlerini yavaşça toplam miktara indir. Sinirden ısındıktan sonra karlara atla, serinlersin" diyordu. İkinci sesi dinledim. Faturayı posta kutusunun üstündeki yuvarlak delikten haşince çektim, yavaşça kullanım miktarına odaklandım. Sağ gözbebeğim irileşti. Sonra faturayı daha da şişirecek bir sürü zımbırtı vergi miktarlarına indirdim gözlerimi, sol gözbebeğim büyüdü. Derin bir nefes aldıktan sonra toplam miktara sakince baktım ya da bakmaya çalıştım. O üç haneli rakam karşısında gözlerim daha önceden antremanlı oldukları için soğukkanlılıkla yuvalarından fırlar gibi yapıp yerlerine geri oturdu. Faturayı sağ elime alarak sağ kolumu posta kutularına dayadım, kafamı da kolumun üzerine koydum ve en acılı şarkıların en dramatik kliplerinde oynayan kişilerin yaptıkları gibi çeşitli açılardan farklı pozlar verdim. Posta kutularına ellerimi dayayarak "hayııırr, bu ne derinden acıdır! Acımdan içim yandı!" manalı duruşlar sergiledim. Performansıma yavaş çekimde devam ediyordum ki apartman kapısı dışarıdan açıldı ve bir ses;
"Hayırdır Tawannanna, bu dramatik sanatsal tavrının kaynağı nedir?" diye sordu.
Kafamı yapıştırdığım posta kutusundan utançla ayırmaya çalıştım - oldukça yapıştırmışım - ve kapıya doğru döndüm. Ağzında bir mektupla kapıda bekleyen Max' i gördüm.
Max, bu apartmanın bahçesinde yaşayan, apartman sakinlerinden birinin köpeği. Köpeklerden ve cinslerinden anlamadığım için tam olarak cinsini söyleyemiyorum. Sahibi de bilmiyor sanırım çünkü sorduğumda bana özel bir kırma olduğunu söylemişti. Ebatlar ve genel tavırlar açısında golden'a benziyor ancak Max aynı zamanda bir avcı köpeği. Kulakları ve yüzü bu şekilde. Bunların dışında Max, insancıl ve çok akıllı bir köpek. Kendisinden korkanlara yanaşmaz, onlardan uzak durur. Çocuklara karşı şefkatlidir. Büyüklerine saygılıdır. Bana kalırsa Max' in çok babacan ve güzel bir karakteri ile birlikte müthiş bir karizması var. Ayrıca Max çok yakışıklı bir köpek. Sanırım civardaki pek çok dişi köpek bu fikri benimle paylaşıyor. Bunu geceleri usulca bizim bahçeye süzülmelerinden anlıyorum. Max geceleri ne yapıyor bilmiyorum ama gündüzleri kendi türü arasında lider ve havalı tavırlarıyla dikkat çekiyor. Çapkınlığı da var biraz.
Kapıda bana sorusunu yönelttiği sırada üzerinde o meşhur, renkli çizgili kazağı vardı. Max ile şimdiye kadar seviyeli bir ilişkimiz olmuştu, daha çok tek taraflı. Onu, kulübesinde yalnız gördüğümde "Ooooh Max, naber?", " Üşüdün mü?", "Günün nasıl geçti?" diye sorular sorardım. O ise bana bakar, başını eğer ve sonra ilgisini başka yöne verirdi. Max' in üzerindeki kazaktan pek hoşlanmadığını zaman zaman düşünürdüm ancak bana kalırsa o kazak onu gülünçleştirmekten ziyade daha havalı, daha şirin ve daha cana yakın yapıyordu. Şimdiye kadar bunu kendisine ayıp olur diye söyleyememiştim.
"Fatura işleri, anlarsın" dedim.
"Anlamam mümkün değil" dedi, ona hak verdim. Benim bile anlamadığım bu işi onun anlamasına olanak yoktu.
"Senden naber?" diye sordum. "Dünden bir farkı yok" diye cevap verdi.
Bu sahnede bir gariplik var diye düşünüyordum ancak sebebini bir türlü bulamıyordum. Öte yandan Max ile konuşmaya devam etmek istiyordum. Bir an kapının hala açık olduğunu fark ettim.
"Aah, pardon" dedim, biraz yana çekilerek. "Eve mi girecektin?" diye sordum. Max' in sahibi hemen giriş katında oturuyordu ve yolunun üzerinde duruyordum. "Bu gördüklerin aramızda" diye ekledim hafif çekingen bir ses tonuyla. Aman ha, Max benim o fatura acısı adlı dramatik klibimi civar köpeklerine aktarırsa halim ne olurdu? Zaten elimdeki ekmeği 10km öteden fark edip etrafımda kızılderililer gibi çember çiziyorlardı bir de hafif tırlatmış olduğumu öğrenirlerse Köpeklere Fısıldayan Adam' dan öğrendiğim sakin ruh halimi koruyamaz ve onlar üzerinde otoritemi kuramazdım.
Max bana sanki 40 yıllık asker arkadaşıymışız gibi göz kırptı. Hafifçe gülümsediğine and içebilirim. "Evde işim yok. Dışarıda biraz işlerim var" dedi.
Ben ise dışarı çıkmaktan vaz geçmiştim. "Oldu o zaman, görüşürüz, kolay gelsin" diyerek asansöre doğru dönmüştüm ki "Bunu sana vermem istendi. Bu yüzden kapının dışında seni bekliyordum" dedi. O anda deminden beri Max' in ağzında duran mektubumsu şeyi tekrar fark ettim. Bir an kalakaldım. Benim için tüm bu esnada ortamdaki en fantastik varlık, sağ avucumda duran, sağ elimin bilincim dışında ancak muhtemelen beynimin karanlık bölümlerinden gelen komutlar neticesinde kendince buruşturup parçalama işlemini kolaylaştıracak aktivitelere giriştiği elektrik faturasıydı. Ağzımdan ağlamaklı bir tonla "Hayır, başka bir fatura daha mı?" isyanı döküldü. Max, "nelerle uğraşıyoruz" anlamında başını hafifçe salladı ve derin bir nefes aldı. Sağolsun babacan ve sakin bir tonla beni yanıtladı.
"Tawannanna kardeş,anlıyorum ki siz insanların yaşamı zor, çileli. Yine de içini ferah tutabilirsin. Ağzımdaki bir fatura değil. Bir çeşit davetiye. Davetiyenin ne olduğunu biliyorsun değil mi?"
Başımı evet anlamında salladım. Max yavaşça yanıma kadar geldi. "Şimdi bunu al. Benim görevim bunu sana vermek". Max' in teselli edici yaklaşımı beni rahatlatmıştı. Yavaşça ağzından zarfı aldım. Şaşılacak şekilde salya falan bulaşmamıştı. Max pis bir gülümseme takındı. "Bence bir davetiye bir faturadan daha iyidir, bazen" dedi ve kapıya döndü. "İçinde ne olduğunu bilmesen bile..." Bunu ürkütücü bir tonla söylemişti. Sonra kapıdan hızlıca çıkıp gitti. Loş bir ışıkta, elimde bir zarf, sağ avucumun içinde elimin öğütmeye çalıştığı bir fatura ile öylece kalmıştım.
Bir süre sonra kendime geldim. Faturayı montumun cebine koydum. İki elimde zarfı tuttum. Normal zarf boyutlarından biraz daha büyük, bej renginde bir zarftı. İçindeki her neyse kalındı, karton gibi. Nasılsa buraya kadar gelmiştim, içini açsam nolurdu ki? Böyle diyerek zarfı açtım. İçinden şaşılacak şekilde büyük, katlanmış, kalın bir kağıt çıktı. Yine bej rengiydi. Yazılar siyah mürekkeple kalınca yazılmıştı.
Sayın Tawannanna,
Uzun zamandır sizi takip ediyor, Uzakdoğu' ya olan ilginizi biliyoruz. Bir süredir bu ortamlardan uzak kaldığınızın da farkındayız. Buna rağmen, daha önce canlı izlediğiniz futbol müsabakalarına ve bir dostunuzun referansına dayanarak sizi Adamızda düzenleyecek olduğumuz futbol turnuvasına davet ediyor, bu turnuvada sizi aramızda görmekten mutlu olacağımızı bildirmek istiyoruz. Bu özel davetimizi olumlu bir şekilde değerlendireceğinize inanıyoruz.
Detaylar alt bölümde sırasıyla iletilmiştir.
Saygılar,
Ada Komitesi adına Ada Lideri
İçimden Thor' un çekici adına diye haykırdım. Bu neydi şimdi? Siz kimsiniz, Ada neresi? Oldukça şaşkındım. Aynı zamanda birilerinin bana feci bir oyun oynadığını düşünüyordum ama böyle bir oyun oynayabilecek kimseler yoktu. Devamını okumaya başladım.
Eğer Adamızda gerçekleşecek turnuvaya davette belirtildiği üzere bir seyirci olarak katılmayı diliyorsanız bu gece saat 00.30' da balkonunuzda hazır bulunun. Ada Komitemiz tarafından balkonunuzdan aldırılacaksınız.
Neremle güleceğimi bilemedim. Yöntem neydi? Işınlama?
Not: Bunu akıl etmeyeceğinizi düşünerek belirtmek istedik. Balkonda sap gibi beklemeyin. Lütfen üzerinizde montunuz, bereniz ve atkınız bulunsun. Sizin oralarda havalar soğuk. Hasta seyirciler turnuvada görmek isteyeceğimiz son kişilerdir. Adamızda sağlık sigortası geçerli değildir.
Bu nottaki üslup bir anda beni çok sinirlendirmişti. Tiplere bak sen! diye düşündüm ama içimdeki iyilik meleği böyle keskin bir üslubun şaşırmış bir insan üzerinde etkili olacağını ve önlem almaya teşvik edici olduğunu bu yüzden bu Adalı tiplere sinirlenmemem gerektiğini fısıldadı.
Okumaya devam ettim.
Not 2: Bu davet gizlidir ve davetiye siz içindeki bilgileri sindirdikten sonra kendini yok edecektir. Sindirdiniz mi?
"Lan, yaprağa bak" diye hönkürdedim içimden. Nesini sindireceğim ben bunun? Saçmalığı bir kenara sanki çok büyük bilgiler var içinde diye içimde kaynar sular fokurduyordu. Kağıda nanik yaptıktan sonra bir alt sıraya geçtim.
Sindirdiniz mi?
Kendime sabırlar diledim. Artık bu iş çok uzamıştı. "Heee, evet dedim" seslice. Davetiye bir anda küle dönmeye başladı ve saniyeler içinde ne kendisi ne de kalıntıları yoktu.
Dondum kaldım. Ne kadar süre olduğunu bilmiyorum ama bir süre ellerim zarfı tutar pozisyonda öylece kaldım. Sonra acaba fatura hala cebimde mi diye merak edip faturayı kontrol ettim. Korku artık beni eli geçirmişti, tüm soğukkanlı tavrım yok olmuştu. Son sürat apartmandan çıktım ve kendimi karların üzerine attım.