26 Şubat 2012 Pazar

SPIN KICK: Konsantre ol ve tekmeyi yapıştır...



Kelime anlamıyla berbat bir günün ardından geç saatlerde eve geldiğimde ve küfür dağarcığımı genişletmekte olduğum bir akşam uyumazsam yarın olmaz belki düşüncesine sığınmışken zamanı durduramayacağım gerçeğini idrak ettiğimde o zaman dedim ki mümkün olduğu kadar hafif, eğlenceli, geyik bir film izleyeyim de en azından moralim yerine gelsin ve düzgün uyuyabileyim. Bu nedenle uzun zamandır beklettiğim bu filmi izlemeye karar verdim. Hakkında pek bir bilgim yoktu açıkçası konusu dışında o da oldukça bilinen bir konunun bir okulun tekvando klübüme uyarlanmış olmasıdır.

2004 yapımı bu filmin kadrosunda kimler varmış kimler? Hyun Bin, Lee Ki Wo, Kim Dong Wan... Sonuç mu? En azından uyuyabildim ve ertesi gün yine iğrenç bir güne başladım :)

Tekvando klübüyle zamanında meşhur bir lisenin bu klübü bir süredir çöküş içindedir. En sonunda takımın koçu da; " bu turnuvadan bir sonuç çıkmaz ben sağlam bir okula transfer olayım" diyerek çeker gider ki klübün en işe yarar sporcusuna da; "gel koçum birlikte şampiyonluğa koşalım" der ama eleman bunu kabul etmez.

Kulübün kaptanı ve yer süpürücüsü dışındaki elemanları otobüste yine okulun belalı çetesi tarafından sağlam dayak yer ve hastanelik olur. Yaklaşan turnuvadan önce okul yönetimi klübü kapatmayı düşünür ama kıyamaz çare olarakta otobüsteki kavga nedeniyle hapise düşen belalara bir öneri ile gider okul müdürü; " Takıma katılın, hapisten çıkarayım sizi, okuldan da atılmayın!".

Kendi gerekçeleri olan bu öğrenciler teklifi kabul ederler. Bir de koç bulurlar ve olaylar gelişir...





Kendi içinde keyifli bir film. Konu klişe ama özgün bir film beklentim de yoktu zaten. Bazı sahneler oldukça eğlenceli.

Keyifle izlerken, öncesinde sokakta dans edip şarkı söyleyen ufak çocuklarla kafa bulurken ardından dikkatimi çeken kalabalık sahnelerde arkada beliren çıplak çocuk için "ahah ayrıntıya bak" derken, bu eleman filmin içine bir kuğu edasıyla daldığı an benim de vidaları gevşettiğim an oldu - gerçi spagatta biraz sorun vardı ama neyse :) - ancak antremanlar esnasındaki tekmeleri için bir balerin veya baletin böyle tekme atmayacağını söyleyebilirim. Baleyle ilgilenmiş olanlar demek istediğimi - bu ince ayrıntıyı - anlarlar.

Henüz bunun etkisini atlatamadan ilerleyen bölümlerde çalmaya başlayan " Live is Life" devrelerimi yakmayı başardı.

O zaman Opus' un bu klasiği gelsin hemen...



Hani durumun etkisinden mi, moralimin seviyesinden mi bilemiyorum ama ben oldukça eğlenceli buldum bu filmi.

25 Şubat 2012 Cumartesi

BLEACH - JIGOKU-HEN



Bunu uzun zamandır şöyle keyifle ve ağız tadıyla izleyeyim diye bekletiyordum. Ne umutlarım, hayallerim vardı üzerine! Yalnız izleyeceğim kesinlenşince, olmazsa sonra tekrar izlerim fazladan izlemenin zararı yok diye oturdum ve bir hevesle izlemeye başladım. Umut dünyası işte!! Ne alacağını biliyorsun ama beklentiden adam ölmez diye de düşünüyorsun.

İlk sahneler hariç, Kokuto ortama girdiğinde zaten anlıyorsun neyle karşılaşacağını aammaaa Kokuto' nun seiyusu Nakai Kazuya olduğu için aynı zamanda da "vuuuu, yaşasın" diyorsun. Sonrası bilindik Bleach filmi, İchigo' nun kazmalıkları ve bankaileri ama her zaman ki gibi gereksiz ve boşa harcanan, Orihime' nin yine Ichigo ya sulanması, Renji' nin bankai yapması falan. Haa yanlış anlaşılmasın bu aksiyonların hepsini çok severim - tabii ki Orihime' nin Ichigo' ya saldırıları hariç - ama bu filmde hiç tat vermediler.




Evet cehennem de isyan, cehenneme başkaldırı düzgün bir nedensellikle heyecan verici olabilirdi ama bu o değil, kesinlikle değil.

Byakuya yine en fazla üç cümle sarfederek filmin en karizmatik adamı oldu muhtemelen. Rukia' cıkta yine eziyet çekti falan.

Parantez açarak çemkirmek istiyorum: Orihime sen ne biçim bir yaratıksın? Ahtapot gibisin ve zaman geçtikçe daha korkutucu ve tiksindirici bir yaratık oluyorsun. Rica ediyorum öl lütfen!

Ben bu filmden pek hoşlanmadım açıkçası.

Kapanış parçası TM Revolution' dan Save the one, Save the all...



Bu canlı performansa bir göz atmakta ayrıca fayda var.




(İleride T.M Revolution' a değineyim, üşengeçlikten ölmez de yaşarsam ama bu performanstaki kostümlere hasta oldum :))

Son olarak Ichigo' ya rica ediyorum; her yere dan dun girip darmadağın ediyorsun, seni aradığım zaman bana da yardıma gelip dilediğim bir ortamı dağıtır mısın?

19 Şubat 2012 Pazar

KUROSHITSUJI: Sebastian Gerçeği...



Aslı Yana Toboso' nun mangası olan Kuroshitsuji hakkında aşağıda yazacaklarım 24 bölümlük ilk sezonunu içermekte. Henüz ikinci sezona başlamamış olmakla birlikte ileride bir gün ikinci sezonu da izleyeceğimi umuyorum.

24 bölümlük bu animeyi genel anlamda beğendiğimi söyleyebilirim. Soğuk ve karlı bir dönemde beni ziyadesiyle eğlendirdi. Eğlencelik kısmının yanında basit işleyişine rağmen ilgi çekiciydi tüm bunların yanında Sebastian' ın karizması olayın tuzu biberi oluyor ve 24 bölüm, bölüm içi hikayeleriyle birlikte derli toplu bir şekilde sona ulaşıyor.

Viktorya dönemi İngiltersinde Ciel Phantomhive' ın tek çocuk olduğu malikane yanıyor. Aile ölüyor, iki yıl sonra Ciel, 12 yaşında yanında uşağı Sebastian Michelis ile birlikte geri dönüyor ve ailesinin ölümünün ardındakiler ve kendini bu duruma düşürenlerden intikam başlıklı oyununu satranç tahtasına koyuyor.

Genel kurgunun yanında her bölümde, Phantomhive ailesinin esasında kraliçenin sadakatı yüksek hizmetkarları olmasından ve yeraltında nüfuzlarının büyük olmasından dolayı kraliçeden gelen talepler doğrultusunda Londra' da yaşanan olaylara el atarak bunları çözüyorlarlar zaman zaman bu olaylar gerçek hikayelerden esinlenerek oluşturulmuş en barizi Jack the Ripper olayıdır sanırım. Tabii ki gerçekçilik beklemesin izleyen hikayeler animenin ortamına ve gidişatına uydurulmuş. Bunun dışında bölüm için hikayeleri oldukça basit, çok karmaşık ya da kompleks olaylarla karşılaşılmıyor olsa bile atmosferin ve karakterlerin getirdiği çekicicilik ve dozunda eğlence izlemeyi keyifli kılıyor aynı zamanda bölümlerin içinde taşıdığı ironik çelişkiler de ilgiyi hak ediyor. Misal nehrin buz tuttuğu bölümde Nuh Peygamber ve tufan efsanesine değinilmesi, buzdan heykel yapalım yarışmasında Sebastian' ın gemiyi inşa etmesi ve insanların bir an Sebastian' ı Nuh' un yeniden yansıması olarak görmesi buna rağmen Sebastian' ın bu efsaneyi gayet karizmatik bir şekilde kendi içinde yorumlaması oldukça keyifli bir andı bana kalırsa. Ayrıca buz dansı çiftlerde Sebastian ve Ciel' i ilk sırada görmek ve izleyen insanları tepkisi bambaşka bir eğlencelik unsur oluverdi. Şu sanattan ve yemekten anlayan, estetik ve güzellik aşığı, kadınlara düşkün ama alttan alta insan ticareti yapmakta beis görmeyen kont ayrıca döneme dair hoş bir ayrıntıydı.






İnce ironiler bu kadarla kalmıyor genel anlamda bakıldığında Sebastian' ın özüne rağmen nezaketi, olayları çözmekteki kibarlığı, yapılan anlaşmaya sadakatı ve üstüne düşen görevi sonuna kadar mükemmel bir şekilde yerine getirişi ve genel anlamda bu hareketlerinin - kendi mantık ve çizgisinden ayrılmamasına rağmen - yarattığı sonuç bir konu. Bunun karşısında Melek' in kendi "idealist " düşüncesine saplantısı ve bu saplantı doğrultusunda giriştiği eylemler başka bir konu. Her ikisinin kendi eylemleri içerisindeki mantık, ilerleyiş çizgisi ve sonuçları karşılıklı ele alındığında ilgi çekici bir nokta ortaya çıkıyor bana kalırsa bir ayrıntı olarak.

Bölümler ilerledikçe Ciel ve Sebastian gibi efendi - uşak ilişkisi içinde Soma ve Agni ortaya çıkar. Böylece seriye Hint ezgileri de katılmış olur.Soma Hindistan' da bir prens - bencil, şımarık, yalnızlığı için etrafındakileri suçlayan, pek olgunlaşamamış bir genç -, Agni ise Brahman ailesinin tembelliği ve zevk düşkünlüğünü görmüş bundan nefret etmiş kendini "kötülüğe" vermiş ve bu nedenle ölüme mahkum edilmişken Soma tarafından ipten alınmış ve kendini Soma' ya adamış bir uşak. Hint nameleri girince seriye Hinduizm' e de ufaktan serinin işleyişi ve kurgusu içinde eritilecek şekilde değinilmiş. Kali ve Kali' nin hikayesi göz önüne serilmiş. Bu hikayeye ve Kali' ye yine kendi içinde tutarlı ve en şık yorumun Sebastian' dan gelmesine insan pek şaşırmıyor. Öyle ki bu efsaneden çıkarılacak ders ile inanıyorsun ama neye inandığını henüz algılamamışsın şeklinde bir alt metin ile Soma' ya ayarın hasını veriyor sevgili Sebastian.




Oldukça eğlenceli bir ikili olan Soma ve Agni ile ilgili dikkatimi çeken bir başka nokta ise aralarındaki ilişkiye dayanarak ikisine verilen "Soma" ve "Agni" isimleri oldu. Gerçi mangaka nın böyle bir amacı ya da niyeti var mıydı bilemiyorum ama bu tutarlılık ve hoş döngü kendi yorumuma göre beni oldukça tebessüm ettirdi. Şöyle ki; Soma Hinduizm' de Vedalarda adı geçen kabaca Tanrıların içkisi olarak tabir edebileceğim bir içecek, evet evet aynen Yunan mitolojisinde yer alan nektar gibi. Aynı zaman da bir tanrı olarak da tasvir edilir ancak bir içecek olarak içen tanrılara ölümsüzlük, güç ve aydınlanma sağlar ve bu içeceği en çok tüketen tanrılardan bir tanesi Agni' dir. Agni' de Vedik tanrılar arasında - kabaca - ateş tanrısı olarak bilinir. Tanrılar ile insanlar arasında bir elçi, Vedalarda oldukça sayılan ve yer alan, en yüce tanrılardan bir tanesidir. Aynı zamanda bilgeleğin, öğrenilmiş bilgi ve doğruluğa giden yolu açan ve bilgeliğe ulaşılmasını temsil eder. Animede kendisini ölümden kurtaran Soma' yı kendi tanrısı olarak görür Agni, onun sayesinde gerçekleri anladığını, ışığı gördüğünü ve kendisini buna adadığıve benzeri şeyleri söyler Sebastian' a. Aynı zamanda sağ elindeki ateş ya da ışığı kullanır zaman zaman. Vedalarda da Soma' yı içen Agni' nin güçlendiği söylenir ve Vedalarda isimleri yan yana geçer.

Bir başka ilgi çekici hikayede Lau ve Ranmao. Lau' ya ayrıca hasta olmak ile birlikte hikayeleri ve kelebeklerden dem vurması Çin' deki "The Butterfly Lovers" hikayesini anımsatmakta.

Neyse fazla dağıttık, bunlara benzer hikayeler de bulunabilir bu animenin içerisinde. Şimdi bir de karakterleri sevme konusunda seiyuların önemine değinmem lazım ama atlıyorum bu noktayı :)

Seriye damga vuran iki karakter daha var, adlarını anmazsam olmaz. Shinigamiler klasmanından Greil. Kırmızı ağırlıklı tarzı, bakış açısı ile birlikte başlarda sinir bozucu iken sonra bu olumsuz etkileri siliniveriyor. Sebastian' a olan tutkusu ise bambaşka. Ayrıca şu kilise bölümünde rahibe ile Sebastian ahırda iken tavır ve ifadeleriyle Sebastian' ın fan girllerinin duygularını yansıttığı kanısındayım.




Yine bir diğeri ise Undertaker dır. Ben bunu yorumlayamıyorum ama benim gözümde Sebastian ile birlikte serinin en cool karakteridir. Hiçte cool takılan bir tavrı olmamasına rağmen.



Animenin açılış parçası Sid " Monochrome Kiss' i severdim de bu animenin açılışı olduğunu bilmezdim. İlk bölümden sonra izlemeye devam etmemin en önemli nedeni olmuştur bu parça. Kapanışlar da oldukça iyi gerçi " I' m alive' ı başta sevmemiştim ama chibi Sebastian hatrına dinleye dinleye sevmeye başladım :)"Kalafina' nın Lacrimosa' sı için ise zaten diyecek bir şey yok.



Sebastian ve Ciel' e pek değinme gereği görmüyorum. Sebastian ortada zaten. Ciel ise geçmişin yükü, duyguları, olaylara bakışı ile yeteri kadar anlaşılabilir. Kendisinin beni en çok etkilediği bölüm Sebastian' ın gittiği bölüm oldu sanırım. Varoluşunu sorgulayarak aslında nefret ve intikam duygularının da bir insanı varedebileceğini keşfetmesi ile ilgi çekici oldu. Evet pek tasvip etmesekte bunlarda insanı şekillendiren dürtüler olabilir ve bu gerçek yadsınamaz. Aynı zamanda 12 yaşında bir veledin yanında biri olmadan ayakta kalamayacağını ya da emellerine ulaşamayacağını göstermesi açısından da hoş bir bölümdü.

Evin üçlüsü Meirin, Bard ve Finn + Tanaka ise bambaşka.



Yarattığı atmosfer, basitliği, karakterleri, eğlencesi ve şık ve fair play üzerine kurulu sonuyla kendi içinde tutarlı ve keyifli bir anime olduğunu söylebilirim.

Son olarak türü üzerinde kafa karışıklığı hakim doğal olarak; yaoi, shonen ai hatta shota bile denilebilir fakat bu durum karşısında Tanaka gibi elimde kupamla "ha ha ha" diye gülerek, türü bırak eğlenmeye bak diyorum.

18 Şubat 2012 Cumartesi

STORM RIDER - CLASH OF THE EVILS



Storm Riders olayına (The Storm Riders ve The Storm Warriors ) Dante Lam' da elini attı bu Çin yapımı anime ile. Bunu izlemek için bir zamanlar çok aramıştım. Nihayetinde bir gün mutlu sona erdim.

Storm Riders'ın (Fung Wan) yazarı-çizeri Ma Wing-Shing öylesine geniş bir dünyaya imza atmış ki herkes bir yerinden tutup bunu uyarlamaya çalışıyor. Tabii zaman aralıkları, aradakiler, karakterleri anlayabilmek seriye uzak insanlar için bir işkenceye dönüşebiliyor. Bir de uyarlama adı üstünde orijinal mangaya çoğu zaman pek sadık kalmayabiliyor. Clash of Evils' ın en basit tanımı iki film arasında yer almasıdır ancak yine de üç yapım arasında kopukluklar bulunuyor önceden belirteyim.

Clash of Evils fena değil, çizimleri, müzikleri vs..., Dante Lam hevesini alırken fena da bir iş çıkarmamış ve izlediğim çoğu Çin anime ve animasyonundan çok daha iyi ki bu da yönetmenden kaynaklanıyor. Bunun dışında bir diğer not mandarin versiyonunda Cloud' u Nicholas Tse, Kanto versiyonunda ise Raymond Lam seslendiriyor. Bu da Cloud' un karimasına karizma katıyor hehehe. Gerçi burada Cloud çok çirkin görünüyor ama hafıza kaybı yaşadığı için köklerinden ve geçmişinden arınmış daha insancıl bir Cloud görüyoruz.

Neyse efendim bu seriye merak duyanlar izlemekten hoşlanır, uzaktan yakından alakası olmayanların ne düşüneceği konusunda yorum yapmak istemem

Bu da filmin kapanış parçası sevmek ben...



Haa bir de Nameless ustanın kapışma sahnesini ben oldukça öznel olarak beğendim.

11 Şubat 2012 Cumartesi

HEAD: HEDEU



Bu filmi izlemeye başladığımda açıkçası pek bir şey beklemiyordum. Gerilim dozunun yüksek olacağını düşünmüştüm ama her zaman ki gibi bu tahminimde de yanıldım.

Bir kanalda magazin muhabiri olan Hong Joo (Park Yeh Jin) haber kovalamananın tüm sıkın tılarını yaşarken kardeşinden bir telefon alır. O esnada gündemin bir numaralı konularından bir tanesidir dünyaca ünlü cerrahın kayıp kafası ve Hong Jae Ryu Deuk Hwan ablasına telefonda kafayı bulduğunu anlatmaya çalışmaktadır ki abla başlarda hiç ciddiye almaz ancak kardeşi kaçırıldıktan sonra kardeşinin sakladığı kafayı getirmesi karşılığı onu geri alabileceği söylenince olayın ciddiyetinin farkına varır.

Gerilim dozu hakkında yanıldığımı söylemiştim ancak bu film esnasınca gerilimin olmadığı anlamına gelmiyor ama bana kalırsa daha ağır basan Korelilere özgü güldüren ama ardındaki gerçeklik nedeniyle hafiften korkutan atmosfer. Yoksa bazı sahnelerde hönküre hönküre gülmek mümkün.

Film boyunca morgta gelişen ancak ardından saman alevi sönen dostluğun yanında, topuklu ayakkabbının bir silah olarak kullanımına farklı bir örnek görmekte mümkün ki bu noktada Hong Joo' yu silahını asla geride bırakmamasından dolayı kutluyorum.

Filmi konunun biraz daha dışında tutarak söylemek istediğim; filmde medyanın halkı yönlenriciliği görülüyor. Tabii medyanın bu kadar serbest olduğunu düşünmek ve bir haber üzerinden böylesine tepki geleceğini düşünebilmek bizim için biraz zor olabilir.

Neyse sonuç itibariyle izlenmeye değer filmlerden bana kalırsa.

8 Şubat 2012 Çarşamba

THE TWINS EFFECT: Renkli Vampir Dünyası...



2003 yapımı bu Dante Lam filmini bir kere kendi isteğim geri kalan bir iki seferde de tesadüf eseri denk gelip izlemişimdir. Şu sıralar bir grup olarak rahmetli olmuş olan The Twins ( Charlene Choi, Gillian Chung), Ekin Cheng ve Edison Chen, rüzgar gibi gelip geçen ancak unutulmaz anlara imza atan Jackie Chan, arada gözüken alkolik gelin kıvamında Karen Mok ile benim için eğlence namına çok hoş bir kadroya sahip. Neyse film hakkında uzun uzun yazmaya gerek yok ama eğlenceli ve geyik bir aksiyon/komedi filmidir. Hiçbir şey düşünmeden izlenebileceklerden...

Demek istediğim filmi eğlenceli bulurum ve şu tema parçasına hastayım:)




Aksiyon yönetmeninin de Donnie Yen olduğunu özellikle belirtme gereği duyarım !! :)

5 Şubat 2012 Pazar

NO.6: ...



İlgi çekici 11 bölümlük anime olmakta bu No.6 her zaman ki gibi tesadüf eseri izlenilmeye karar verilmişlerden... Bu yazı da her zaman ki gibi yine sadece anime üzerine kurulu olacak.

N0.6, 2013 yılında hayallerin şehri olsun diye yaratılmış bir şehir olmakta. Görünüşte mükemmel, güvenli, herkesin bir işlevinin olduğu ütopik bir şehir olmasına rağmen altta işleyen ve bölümler ilerledikçe ekrana gelen sebepler nedeniyle bir distopya olarakta nitelendirilebilir. Şehrin sistematik işleyişi içerisinde henüz çocukken yetenek ve zekaları keşfedilen veletlerden bir tanesi olan Sion da zekası nedeniyle gelecek vaadedenler programına alındığı için annesiyle birlikte şehrin lüks semtlerinden birinde son derece lüks akıllı evlerden birinde yaşarken, sıkılgan ve bıkkın yapısına karşı henüz bir sorgulamaya girmediği dönemlerde 12 yaşında bir gece evine giren kendi yaşıtı bir çocukla karşılaşır. Suçlu olarak nitelendirilen Nezumi' ye o gece yardımcı olur, yarasını temizler ve kendi odasında kalmasına izin verir ve tüm bunların üzerine onu emniyete bildirmez. Ertesi gün Sion' un bir suçluya yataklık yaptığı anlaşılınca kendisine verilen tüm haklar, lüks evde barınma, semtte yaşama, eğitim hakkı elinden alınır ve şehrin nispeten daha basit bir bölümünde küçük bir evde annesiyle yaşamaya başlar. Bu esnada Sion' un çocukluk arkadaşı olan Safu ideal bir vatandaş ve geleceğin ideal bir yetişkini olarak büyükannesi ile yaşayarak eğitimine devam eder.

Olayların devamı 4 yıl sonra gelişir. Sion' un başı tekrar derde girer sadece şehri sorgulayan bir cümle etmesinden dolayı ve Nezumi ile tekrar karşılaşır. Bu esnada Safu NO. 5 de eğitim görmek üzere yola çıkarken büyükannesi mükemmel bir yaşlı bakımevine yerleştirilir.

Devam ettikçe aslında No. 6' nın görünüşte mükemmel ancak altta hem kendi vatandaşlarına hem de etrafındakilere karşı ne kadar acımasız olduğu, ideallerle kurulan bir kentin güç erkini elinde bulundurma isteğiyle yanıp tutuşan insanlar nedeniyle - hırs, iktidar,egemenlik istemi ve daha nicesi nedeniyle - huzur ve barış amacıyla yaratılmış bir idealin bile pas pas edilmesine izin verilişini göstererek - bundan uzaklaşmış olduğu gösterilirken, aynı zaman da No.6' nın duvarları dışında kalan bölgede Nezumi ile Sion' un ilişkisinden bahsedilir.



Anime her ne kadar bilim kurgu denilebilecek öğeler tanışa da shonen ai öğeleri taşıdığı da bir gerçek. Bana kalırsa bu dozunda tutulmuş ve anlatımı destekleyen bir nokta olmuş.

Başka bir nokta var ki o da Nezumi' nin güzel olduğudur :))




Aynı zamanda bana mı öyle geldi bilemeyeceğim ama sanat olayının West District te NO. 6 dan daha ağır basması ilgi çekici bir olay. No.6 da sanatla ilgili pek bir şey bulunmaz. No. 6 aynı zaman da Safu nun Picasso kitabını şehre sokmasına izin vermez. Eğer ben bu olayı yanlış anlamadıysam olaya anlam katan özel bir nokta olmuş. Ütopya şehirde doğal olarak sanata ve sanatsal özgürlüğe yer verilmez :)

Bu konuda kafamı karıştıran tek nokta Sion' un küçükken annesinin kendisine "The Happy Prince" ı okuduğundan bahsetmesiydi. Sorun şu ki bu masalın ve kitabın yazarı Oscar Wilde' ın her ne kadar sosyalist olduğu ve aynı zamanda sanat sanat içidir görünüşünü savunduğu bilinmesine rağmen (hapishane geçridiği dönemlerde hayata bakış açısının değişmiş olduğu söylenbilir) aslında yaşadığı dönemde, dönemin kurallarına, kurumlarına ve ahlakçılığına kafa tutmuş olması ve zamanında anlaşılamamış olmasıdır. Aslında kendisi incelendiğinde de pek anlaşılamıyor.

Mutlu Prens, Bülbül ve Gül, Balıkçı ve Ruhu ve diğer üç hikayeyi daha kapsayan "Mutlu Prens ve Diğer Masallar" adlı bu kitabı ilk kez yazı geçirmek için gittiğim bir evde sıkıntıdan bayılırken ele geçirmiş ve okumuştum. Tabii o zaman o kadar gencim ki (O. Wilde' a vurgu yapayım yüzeyselce, gençliğe takılarak) Oscar Wilde kimdir nedir haberim yok. Masallar olması ilgimi çekmişti. Kitabın ilk masalı "Mutlu Prens" de gözlerim dolmadı değil. Eğer ailem gelip beni dışarı sürüklemese o gece bitirecektim kitabı ama fırsat vermediler. Masal gibi gözüken bu hikayeler aslında altında yatanlarla, uslubuyla, kullanılan diliyle bir o kadar estetik, bir o kadar masalımsı ve bir o kadar da genel ve ince yaklaşımlardı. Her neyse bu kitap ve masallar, belki o sırada geçridiğim ruh sıkıntısından kaynaklı olarak bende hep siyah beyaz bir fon ve çizimler olarak canlandırdı, aynı bir manga gibi. Yıllar sonra tekrar okuduğumda da kafamda oluşan bu imge hiçbir masal için değişmedi. Sonra bu kitabı tekrar orijinalinden okuduğumda da değişmedi bu ancak dil kullanımının saygıyla önünde eğilmeme sebep oldu. Beni anime esnasında ilk anda şaşırtan Sion' un annesinin elindeki kitabın renkli oluşuydu daha çok. Bu kitabı ve içindekileri hiçbir zaman zihnimde renkli olarak canlandırmadım...

Kendime ait bu anıyı geçriyorum, Nezumi zaten bir hamlada bu masalı yerin dibine sokuyor ancak NO. 6 nın Oscar Wilde'a bütünüyle değil ama The Happy Prince e el uzatmaması normal, hikayede anlatılan No. 6 nın görünürdeki yüzüne uyuyor. Bilmiyorum bu pek düşünülmemiş bir ayrıntıda olabilir ancak ben buraya takıldım izlerken ve hala W. district in sanatsal açıdan daha renkli olduğunu düşünüyorum.




Bir diğer güzel noktada Nezumi' nin yaşadığı ortamda yaşayanların kendi karakterlerini bu doğal ortama göre geliştirmiş olmasıdır. Karakterlerin gerçekçi olması yani köpekli velet, eski gazeteci amca, Nezumi ve Sion' un bunlara zıt bir karakter taşıması, Nezumi nin Sion un bu saf doğasının bozulmaması için çaba sarfetmesi, Safu' nun Sion' a duyduğu aşk ve bundan öte yalnız kalmışlığının verdiği boşluğu anlamlandırma çabası, Nezumi ile Sion' un zıtlıkları fakat buna rağmen oluşturdukları bağ vs.. ve No.6 ve yarattığı atmosfer, ve diğer öğeler nedeniyle seri kendini sürükletiyor.



Bu arada Hamlet ve Ophelia' nın tiradlarını Japonca dinlemek başka bir deneyim oldu benim için :) şimdiye kadar bu noktaya hiç kafa yormamıştım. Gerçi tiradların çok ufak bir kısmını duyabiliyor insan ama farklıymış ki bu benim kafam da farklı bir soruya yol açtı, neyse... ancak Hamletto-sama diye duymak her ne kadar buna alışkın olursa olsun insan yine de bir uzaklaşmaya yol açıyor.

Her şey güzel giderken bana kalırsa sorun çözüm kısmında olmuş. Hızlı gelişmesi falandan ziyade olabilecek en gereksiz şekilde çözümlenmesi oldu bu da ne yalan söyleyeyim biraz hayal kırıklığı uyandırdı. Devamı olur mu bilemiyorum biraz açık kaldı sonu bu da ayrı bir nokta ama sonuç olarak bana kalırsa güzel bir anime.

Bu arada müzikleri beğendim. Tek olumsuz yanı açılış parçası, insanı öldürmeye yeter. Bu kısmı atalatabilirse insan devamını keyifle izler.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Karlı Günler: Yuki No Hana.... Alaka?

Mika Nakashima' nın Yuki No Hana' sı güzel parçadır. Ayrıca yüzbinlerce kez farklı insanlar tarafından da yorumlanmıştır. Kar mar alaka kurarak tekrar bir gözden geçireyim dedim bu yorumları. Öncelikle;

中島美嘉 雪の華




Japonya' dan yorumcu olarak Gackt' ı seçtim;




İngilizce yorum olarak Japonya' ya yakın gördüğüm Eric Martin yorumu... Mr. Big' in vokali bu amca aynı zamanda Tak Matsumoto Group ile de sağlam işler çıkardı. Tak Matsumoto Group kimdir diye soranlar için; B'z ' in gitaristi Tak Matsumoto ile birlikte Eric Martin & Jack Blades & Brian Tichy yi barındıran kısa ömürlü olmasına rağmen beğendiğim bir albüme imza atan grup. Dinleyiniz derim. Bu tarza yabancı olmayanlar elemanları tanıyordur zaten ama ileride detaylı değinirim.



Kore' den Park Hyo Shin... Bu elemanın sesi için yorum yapamıyorum.



Çin' den Han Xue...




Marty Friedman coverına yer vermemem haksızlık olacaktı...

2 Şubat 2012 Perşembe

Kar Taneciğinin Dramı: Never Meant to Belong & Snow White

Yaklaşık son bir haftadır yere düşmemek adına sağa, sola, enine, tepeye, gerek düz bir çizgi şeklinde gerekse zik zaklar çizerek savrulan kar taneciklerinin dramı bana bu parçayı hatırlattı. (bleach/shiro sagisu - never meant to belong)




Bu karlı havalar için D/Snow White benden bonus olsun...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...