Mobile Suit Gundam Thunderbolt, 2015 yapımı aslen Yasuo Ohtagaki' nin "Universal Century" dönemini ele alan mangasından uyarlanmış 4 bölümlük bir ONA. Animedeki olaylar "UC' nin One Year War (Bir Yıl Savaşı) döneminde Mobile Suit Gundam ile eş zamanlı olarak gelişiyor.
Mobile Suit Gundam Thunderbolt, Bir Yıl Savaşları esnasında Federasyon' un Moore Kardeşliği ile ve Zeon kuvvetlerinin Yaşayan Ölüler kuvvetlerinin uzayın özel bir bölgesinde yer alan Thunderbolt Sektöründeki çarpışmasına odaklanıyor. Bu özel alanın stratejik önemi büyük. Anime bu 4 bölüm içerisinde özellikle iki karaktere odaklanıyor. Zeon Kuvvetlerinin en iyi pilotu Daryl Lorenz ve Federasyon' un en iyi pilotu Io Fleming.
Genellikle bahsedilir, Mobile Suit Gundam Unicorn RE:0096' da sıkça anılıyordu, bu Bir Yıl Savaşının kıyımı büyük. Tüm insanlığın yarısı neredeyse bu savaşta ölüyor/öldürülüyor. Ancak bunun sonunda insanlık aklını biraz topluyor ve derme çatma bir barış anlaşmasına razı oluyor.
Bu dönemin ağırlığını da taşıması bakımından Mobile Suit Gundam Thunderbolt' un tonu karanlık ve ağır diyebilirim ancak bu Bir Yıl Savaşı' nın kanını ve çılgınlığını çok nokta atışlarla, ajitasyon yapmadan sakince vurguluyor. Bu savaş öyle can almış ki... Federasyonun cepheye çocukları, Zeon' un ise savaşlarda uzvunu kaybetmiş asker ve insanları, bir şekilde, tekrar cepheye sürmesi savaşın ne kadar acımasız ve büyük kayıplara sebep olduğunu gösteriyor.
Yine bu savaşta o kadar çok insan ölüyor ki, Federasyon tarafında yer alan Claudia önündeki tüm rütbeliler öldüğü için genç yaşına rağmen ana geminin kaptanlığına terfi etmiş, o kadar çok ölüm emri veriyor ki sinirleri bunu kaldırmıyor, ilaç almaya başlıyor. En son federasyon mobile suit savaşçıları olarak çocukları gemiye savaşmaya gönderdiğinde, operasyonda yem olarak kullanılacaklar ve ölecekler, bu ölüm emrini vermemek için yüksek dozda ilaç alarak intiharı deniyor. Zeon tarafında doktor Karla, yeteneklerini cephede konuştursun diye hapse atılan babası ile tehdit ediliyor. Askerlerin üzerinde yaptığı her deney, kaybedilen her yaşam ruhunda derin tahribatlar yaratıyor.
Savaş anlamsızlaşıyor bir süre sonra her iki taraf için ancak bir çıkışı yok. Karakterler bunu bilmenin de melankolisi ile günlerine devam etmeye çalışıyorlar.
Savaşın yarattığı tahribatları, özel anlamda bir asker üzerindeki direkt etkisini anlatan en güzel sahnelerden bir tanesi bana kalırsa bu animenin içinde yer alıyor. Darly' in kaybettiği her uzvu ile birlikte geçmişin güzel ve insan gibi günlerinden kalma bir anısının da yok olduğu gerçeği çok estetik ve anlamlı bir biçimde sergileniyor.
Durumlar böyle iken her iki tarafın da güvendiği bir pilot var. Federasyon cephesinden Io Fleming (Nakamura Yuuchi) federasyonun kendisine gönderdiği Gundam' ın da sahibi oluyor. Müzik sever bir bünye olarak tercihi cazdan yana. Müzik tercihine benzer şekilde enerjik, atik, ön görülemez, kendi burnunun dikine giden bir karakter. Öte taraftan Zeon tarafı ise Darly' e güveniyor. Nazik, sakin ve hesaplayıcı bir karakter olan Darly'nin (Ryohei Kimura ) müzik tercihi ise biraz daha retro, slow pop tarzında. İkisi kader tarafından karşı karşıya konmuş iki pilot. Birisi savaş içinde yaşam kazanarak travmalarını yendiğini düşünerek yaşam enerjisi bulurken diğeri kaybettiklerini mobile suiti ile kazanmaya çalışıyor.
Çoğu zaman olduğu gibi Thunderbolt da tek bir tarafın haklı savaşı değil. İki tarafta birbirinden pis, birbirinden kötü. Ortaya çıkan savaş kötü. İki tarafın da haklı olduğu yanlar var, ikisinin de haksız olduğu taraflar var. Gundamları güzel yapan noktalardan bir tanesi bu zaten. Bu animede karakterle empati kuramayabilirsiniz ya da anime sizi tam anlamıyla içine almayabilir, bu bence iyi bir şey.
Tüm bunların ötesinde, animenin bu alt metinlerini ve olay örgüsünü verme biçimi son derece estetik. Çizimler çok güzel, aksiyon ve mobile suit sahneleri göze hitap ediyor. Animenin enfes bir ost' u var ve müziğin anime içindeki yeri ve önemi harika.
Ben şahsen bu 4 bölümü çok beğendim. Mobile Suit Gundam Thunderbolt' un henüz izlemdiğim bir filmi var. ONA' nın devamı bu sene içinde gelecekmiş. Benim için güzel bir haber ^^
Bungou Strays Dogs' un 2. sezonu da ilk sezonu gibi 12 bölüm ve 2016' da tamamlanan animelerden.
İkinci Sezonun tamamlanmasını bekledikten sonra oturdum, izlemeye başladım. Karşımda bulduğum ilk sezondan daha karamsar, daha karanlık bir sezondu. Özellikle ilk dört bölüm... Bu demek değil ki anime kökten şekilde ton değiştirmiş. Espriler ve karakterler yine yerli yerindeydi. Şahsen ben ikinci sezonu daha fazla beğendim.
Bu sezon animeye giren yeni karakterler var. Birinci sezonun sonunda The Guild ekibinin gelişi haber verilmişti zaten. Böylece şehirde, polisi ayrı tutarsak, üç farklı grup olmuş oldu. Port Mafia, Detektif Acentası ve The Guild.
Yurt dışından gelerek Yokohama'ya hakim olmak isteyen The Guild ekibinin karakterlerine bakacak olursak;
Francis Fitzgerald (Takahiro Sakurai ): Yabancı bir organizasyon olan The Guild' in lideri olan Francis Fitzgerald şehirdeki tek güç olmayı amaçlamak ile birlikte gizli ajandasını animenin sonlarına doğru açıklıyor. Animede Fitzgerald' ın gücü The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby).
Bungou Stray Dogs' un en önemli özelliği karakterlerinin Japon ve dünya edebiyatının önde gelen yazarlarının adlarını ve güç olarak bu yazarların eserleri ya da eserlerindeki karakterlerin isimlerini kullanması. Bunları sadece kullanmakla kalmayarak bir şekilde animedeki karakterlere de oturtuyor. Francis Fitzgerald ve diğer tüm The Guild ekibi de bu şekilde. (Dedektifler ve Port Mafia burada)
Çoğunluğun bildiği üzere gerçek zamanda Francis Scott Fitzgerald Amerikalı bir yazar. En popüler eseri ise ölümünden daha sonra popülerlik kazanan Muhteşem Gatsby.
Francis Scott Fitzgerald, varlıklı bir kişi değilken yazdığı bir kısım hikaye ve roman ile iyi para kazanmaya başlıyor. Animede de değinildiği üzere Zelda ile evleniyor. Zelda para harcamayı seven bir kadın ve gerçekten bir süre sonra ciddi bir şekilde ruhsal problemleri iyice su yüzüne çıkıyor ve şizofrenisi tavan yapıyor.
Fitzgerald' ın Türkçe olarak bulabileceğiniz kitaplarının bir kısmı şöyle;
Muhteşem Gatsby
Benjamin Button' un Tuhaf Hikayesi ( Bir kısmınız hatırlar belki, bu öykü aynı zaman da sinemaya da uyarlandı. Tarihini hatırlayamıyorum ancak filmin yönetmeni David Fincher' dı ve Brad Pitt, Cate Blanchett gibi isimler yer alıyordu filmde. Aynı zamanda sinemaya gittiğim en ilginç toplulukla izlediğim film olma ünvanını elinde bulunduruyor.)
Son Düş
Güzel ve Lanetlenmiş
Animedeki Fiztgerald' ın üzerinde ve arka planında hem yazarın hem de Muhteşem Gatsby' nin izleri görülüyor.
John Steinbeck (Kengo Kawanishi ) Animedeki The Guild üyesi John Steinbeck, sevimli ve rahat gözüken bir çiftçi çocuğu. Zaman zaman oldukça soğuk ve acımasız da olabilen John Steinbeck' in gücünün adı Gazap Üzümleri. (Şaşırtıcı değil mi? ^^)
Animedeki karakter adını Amerikalı yazar John Steinbeck' ten alıyor. Ödüllü ve en bilinen eserleri, edebiyat ile haşır neşir olan herkesin bildiği, Gazap Üzümleri ve Fareler ve İnsanlar. Ortaokul zamanıma kadar yazarı soyadından dolayı Alman sandığım bir gerçek. Ne bileyim, "Steinbeck" pek bir Almanvari geliyordu ki konu açıldığında bu algımı gülerek annem ve babam düzeltmişti. Yine o yaşlarda ilk kez elime aldığım kitabı Gazap Üzümleri idi. İlk günler biraz eziyet haline gelmişti kitap, bitirince rahatlamıştım. İlerleyen yıllarda tekrar okudum tabii ki. Fareler ve İnsanlar' ı, kendime teşekkürler, lise yıllarıma denk getirmeyi başarmıştım. Bunların dışında Bitmeyen Kavga' yı da herkese tavsiye edebilirim.
Animeden fazla ayrılmamak için tüm yazarların tüm kitaplarının üzerinde tek tek durmak istemiyorum. Steinbeck' in Türkçe bulabileceğiniz diğer bazı kitapları şöyle;
İnci, Uzun Vadi, Tatlı Perşembe, Altın Kupa
John Steinbeck, küçük yaşlarından itibaren tarla ve çiftliklerde çalıştığı için işçi sınıfı içinde sayılır. Eserlerinde ağırlıklı olarak bunlara değinir. Bu nedenle Fitzgerald ile hayata bakış açılarında daha doğrusu onu yorumlayışlarında bir fark olması normal. Aynı zamanda zıtlıkların birlikte var olup olamayacağı konusunda da bir ayrılıkları var genel anlamda.
Animede Steinbeck her ne kadar Fitzgerald için çalışsa da aslında O'ndan ve tarzından pek hoşlanmadığı animenin sonlarında açığa vuruluyor. Bunun da arka zemini (yukarıdakiler nedeniyle) mantıksal bir boyuta oturmuş oluyor (bence). Yani ben keyif aldım bu bağlantıdan.
Howard Philipps Lovecraft (Shunsuke Takeuchi) Animede Steinbeck' in ortağı, The Guild üyesi Lovecraft çoğunlukla tembel ve uyumayı düşünen bir karakter olarak görülüyor. Garip bir gücü var^^
Amerikalı bir yazar olan Lovecraft' ın ise geride bıraktığı pek çok eseri var. Ağırlıklı şekilde korku edebiyatının önde gelenlerinden olan Lovecraft, kendisinde sonra gelen pek çok yazara ilham kaynağı olmuş etkileyici bir yazar.
Hem gerçek hayatında annesinin akıl hastalığı ve üzerindeki etkileri hem de kendisinin aşmış hayal gücü hakkında da animede ufak bir gönderme var. Diyorlar ki karakterlerden birine ; "Sen bu zihin kontrolü gücünü Lovecraft üzerinde mi kullanıyorsun? "
Ayrıca mangada nasıl çizilmiş bilmiyorum ama animede karakterin yüzü bir şekilde biraz H.P Lovecraft' ı anımsatacak şekilde çizilmiş.
Yazarın pek çok eseri, hikayesi var ancak Cthulhu Mitosunun yeri başka. Lovecraft' ın yarattığı kurgusal evreni ve içindeki tüm hikayeleri içeriyor. Bu dünyada Yüce Eskiler (The Great Old Ones) var ve bunlardan bir tanesi de Cthulhu.
Animede Lovecraft' ın kullandığı güç The Great Old Ones. Tüm bunlara bağlı olarak, Dazai ve Nakahara' nın dediği gibi bunun aslında bir güçten ziyade çok daha kadim ve farklı bir şey olması da bu şekilde mantıksal bir zemine oturuyor ve hoş bir saygı gösterisi olmuş bana kalırsa.
Loisa May Alcott: Animede The Guild' ın stratejisti, utangaç bir karakter. Stratejilerini, tüm olasılıkları göz önüne alarak (edindiği bilgiler kadarıyla) senaryolaştırıyor ve The Guild bunu uyguluyor.
Loisa May Alcott da Amerikalı bir yazar. Küçük Kadınları bilirsiniz, kendisinin eseri. Bunun dışında hayatı boyunca kadın hakları için çalışan biri.
Mark Twain (Yoshino Hiroyuki) The Guild' in az görünen ancak en sempatik elemanlarından bir tanesi. Keskin nişancı olarak arz-ı endam eden Mark Twain' in gücü (ikili) bilin bakalım neler? Doğru bilmişsinizdir... Huckleberry Finn ve Tom Sawyer :))
Tom Sawyer' in Maceraları ve Huckleberry Finn' in Maceraları Amerikalı yazar Mark Twain' in en çok bilinen iki eseri. Animede hem Tom hem de Finn çok tatlı. Çocukluğumda keyifle okuduğum kitaplardı. Bu ikisinin dışında da keyifli kitapları mevcut doğal olarak.
Bu yazı gittikçe daha da uzuyor onun için The Guild ekibini şimdilik burada keseceğim. Değinmediklerim kusuruma bakmasın, olur mu ^^ Belki daha sonra , ileride bir gün...
(Şu tembellik,üşengeçlik problemim olmasa iyi insanım aslında :P)
The Guild animeye girince şehirdeki güç odağı üç tane oluyor. The Guild kendi hakimiyeti istemekte, Port Mafia bunu kabullenmez, Dedektifler de bu ikisi kapışırken etrafın zarar görmesini istemez. Port Mafia ve The Guild zaten dedektifleri istemez. Gizli bir güç daha var aslında, özel güçlere sahip polis birimi ancak onlar pek karış(a)mıyorlar. Bu üçgendeki güç mücadelesi 2. sezonu oluşturuyor. Ancak bu üçlü mücadele başlamadan önce anime, tüm bunlardan daha farklı bir öykü ile açılıyor. 2. sezonun ilk dört bölümü Dazai Osamu' nun geçmişini ve Port Mafia günlerini anlatıyor.
Port Mafia' nın en genç yaşta uzman olmayı başarmış elemanı, patronun neredeyse sağ kolu, etrafındakilerin ve adamlarının çekindiği bir karakter olarak görüyoruz Dazai Osamu' yu. İntihar isteği var olmak ile birlikte karakterin tonu birinci sezondakinden daha farklı. Normal gevşek haline bir nebze döndüğü zamanlar bir barda yine Port Mafia elemanları olan Sakunosuke Oda ve Ango Sakaguchi ile içtiği zamanlar. Sakunosuke Oda, gücüne rağmen organizasyonun en alt tabakasında yer alan ( kendi tercihi ile) bir üye iken Ango ise organizasyonun istihbarat elemanı.
Gerçek hayatta da Dazai Osamu, Ango Sakaguchi ve Sakunosuke Oda' nın arkadaş olmaları, animedeki bu üçlüye bir anlam kazandırıyor. Bu arada animede gördüğümüz Bar Lupin yani animede bu üçünün içtiği bar gerçek bir mekanmış. Dönemin edebiyat etiketlerine uymayarak, kendilerine göre takılan ve birbirleri ile ilişki içinde olan yazarlar bunlar.
Animenin bu ilk dört bölümü her ne kadar Dazai Osamu' nun geçmişini anlatsa da parlayan yıldızı Oda Sakunosuke. Karakter zaten karizmatik ancak animeye inanılmaz bir ağırlık (olumlu anlamda) getiriyor.
İzlemeyenler için gereksiz detay vermek istemediğim için buraya kadar kuşbakışı yazdım. İlerleyen satırlar izlemeyenler için gereksiz bilgiler içerebilir.
Tarih içinde Dazai Osamu ve Sakunosuke Oda arkadaşlar. Oda' nın ölümünde sonra Dazai' nin inanılmaz şekilde kırıldığı ve karamsarlığa düştüğü yazılıyor.
Animedeki Sakunosuke bir kiralık katilken bir adamın kendisine verdiği öğüt ile yazar olma hayali kuruyor. Bu nedenle öldürmekten vazgeçiyor çünkü "yazar yazarak hayat verir" gibi bir şeyler söyleyen adamı kabulleniyor ve can alırsa yazarlığa hakkının kalmayacağını düşünüyor. Oldukça basit ve naif bir hayal onunki. Çok çocuksu ancak bir o kadar gerçek ve bu hayali için elini kana bulamadan para kazanmaya çalışıyor. Dazai' nin içindeki boşluğu en iyi anlayan insan olduğu da söylenebilir. Gelin görün ki işler istediği gibi gitmiyor ve sıra geliyor 2. sezonun dördüncü bölümüne...
Bu bölüm belki mükemmel değil ama 2016 animeleri içindeki en iyilerden bir tanesi. Oldukça sembolik, oldukça estetik, oldukça akıcı ve etkileyici.
Oda' nın karşısına çıkan kişi Gide ( Miki Shinichiro). Askerleri ile birlikte Avrupa' da cefakarca savaşan ancak politikacılar tarafından bir anda satılarak vatan haini ilan edilen ve Avrupa' dan kaçmak zorunda kalan profesyonel askerler ve bunların lideri. Aradıkları şey anlamlı bir ölüm.
Pek çok kişi gibi animedeki Gide' nin Andre Gide olduğunu düşünüyorum. Adı da öyle geçiyor zaten. Andre Gide' nin buradaki gibi askeri bir geçmişi yok ancak yine de Oda vs Gide' yi anlamlı buldum.
Bir yazar ve bir kişi olarak Oda, sosyal normlara uymaktan kaçınan, toplumun dışladığı ya da topluma uymak istemeyen biri. Keza Andre Gide de hem eserleri hem kişiliğiyle sosyal normlara kendi zamanı içinde karşı çıkmış ve uymamaya özen göstermiş biri. Aynı zamanda Andre Gide sıkı bir dini eğitim görmüş biri bu da animedeki Gide' nin İncil' den alıntılar yapmasını anlamlı kılıyor.
Ve yine bu ikisinin animede karşılaşması ve hatta aynı güce sahip olmaları insanı keyiflendiren bir detay oluyor benim için.
Ve yine bu bölüm, estetiğinin dışında sembollerle dolu. Hepsini tek tek oturup sayamam, sabrım kaldırmaz ama en bariz olanı Oda' nın tek dostu olan Dazai' ye vedasında "İçindeki boşluğu hiçbir şey dolduramaz. İyi ve kötü senin için bir şey anlam ifade etmiyor biliyorum. Bu boşluğu da ne kötülükle ne de iyilikle doldurabilirsin ancak en azından insanları kurtaran tarafta ol. Asla değişmeyeceksin ama en azından iyi tarafta olursun" (Yazamadım ama animede çok manalı duruyor) sözlerinin ardından o zamana kadar tek göz bandajlı olan Dazai' nin bandajının çözülerek çift taraflı bir perspektife dönüşmesi..
Bu arada, Oda' yı yazarlığa yönelten ve detektiflik bürosunun kurulmasında katkısı olan, kim olduğu çok az görülen adam Souseki Natsume. İki sezonda da etrafta dolaşan kedileri de göreceksiniz. Bu da Natsume' nin Japon Edebiyatındaki öncü rolü ve ardından etkilediği yazarları temsil etmesi bakımından sembolik bir özellik taşıyor.
Neyse, çok uzattım. Toparlamak gerekirse, 2. sezon ilk sezondan biraz daha karanlık ancak yine de içindeki eğlenceyi yitirmiyor. İkinci sezonu beğendim ben ama özellikle ilk dört bölümü.
(Animenin kapanışlarından biri. Luck Life / Watashi no namae wo yobu yo)
2017 Klasik Kitap Okuma Maratonu' nun bana katkılarından bir tanesi de Stefan Zweig ile tanışmama vesile olması oldu. Satranç hakkında olumlu yorumlara denk geliyordum, elime alıp okumam da bu maraton sayesinde oldu.
Zweig' ın intihar etmeden önce tamamladığı son metin olan Satranç' ı İş Bankası Kültür Yayınları' nın basımından okudum. Kitabın sonuna kitabı çeviren Ahmet Cemal' in Stefan Zweig ve Satranç üzerine yazısı da eklenmiş.
Satranç bir nevi "novella", 70 küsür sayfa ve gerçekten söylenildiği gibi bir oturuşta okunabilecek bir eser.
Her şeyden önce çok akıcı. Kelimeler öyle güzel yan yana getirilmiş ki... Aslında acı ve derin olan konu son derece sade bir şekilde anlatılmış. Ve bu yalınlık, bu sadelik insanın üzerinde derin bir etki bırakıyor. Çeviriden okunmama rağmen sanki metnin bir ritmi var gibi geldi bana. Özellikle Dr. B öyküsünü anlatırken bu ritim zaman zaman hızlandı ya da vurgulanmak için yavaşladı veya bana öyle geldi.
Öykü New York'tan Buenos Aires' e giden bir gemide son yılların dünya satranç şampiyonu ve bir o kadar da ilginç bir kişilik olan Mirko Czentovic, hikayeyi aktaran kişi ve satranç konusunda engin bir birikimi olan Dr. B' nin denk gelmesiyle başlıyor ve devam ediyor.
Baskıcı bir rejimin, faşizmin insana sadece fiziksel olarak dokunmadığını, insanın ruh ve psikolojisinde fiziksel metotlar dışında da derin tahribatlar yarattığı güzel bir şekilde ortaya konmuş.
Dr B ve Mirko ile birlikte insan psikoloji üzerine pek çok detay bulmak mümkün. Kitabın akıcılığı sadece dilinde gelmiyor. İnsan bir meraka kapılıp bu hikayenin içinde sürüklenip gidiyor.
Benim gibi okumamış olan ya da okumayı erteleyen varsa tavsiye ederim.
Hwarang, 2016-2017 yapımlarından 20 bölümlük bir Kore dizisi. Hwarang' a başlamadan önce biraz yoğun ve sıkıntılı bir dönemdeydim. Tek amacım izlerken eğleneceğim, kafamı yormayacak, tatlı ve ağır olmayan hafif bir şeyler izlemekti. Hwarang' ın ne olduğu hakkında fikrim vardı (En büyük Hwarang Alchontabii :P), belki dizi beni içine çeker, kadrosundan dolayı gözüm gönlüm açılır ve diziyi izlerken diğer düşünceleri kafamdan atarım diye Hwarang' a başladım. Sonuç mu? Evet, dizi bu konuda çok başarılı oldu.
Çoğunluk izlemiştir sanırım o nedenle konuya falan değinmeyeceğim. Açıklama kısmına bakmamıştım pek fazla, ciddi ve tarihi bir dizi bekliyordum (ve umarım böyle değildir diyordum içimden zira kaldıramayacaktım) beklediğimden daha farklı çıktı. Dediğim gibi ilk bölüm eğlenceli ve renkli görünüyordu. Geçişler ve efektleri beğenmiştim. Dizi "çok ciddiye alınacak bir yapım değilim, izle ve keyfine bak" diye bağırıyordu. Bu sayede ikinci bölüme geçtim ve sonra devamı geldi.
Zamanında, tahtını oğluna devretmek istemeyen (kendine göre nedenleri olabilir) bir kraliçe anne Hwarang adı verilen, Silla' nın asilzade ve devlet görevlilerinin oğullarından oluşacak bir yapı kurmak istiyor. Buraya dahil edilmenin en önemli kuralı güzel olmak hahaha. Çok akıllıca, bu noktada kraliçeyi takdir ediyorum. Sözde burayı, yıllardır sakladığı bu nedenle yüzü bilinmeyen oğluna verecek ve oğlu kullanacak... İşte böylece, Hwarang kuruluyor, güzel güzel çocuklar bu kuruma dahil oluyorlar, çoğunluk izlemiştir o nedenle konuya devam etme gereği duymuyorum.
Şimdi başlayayım geyik yapmaya o zaman ama spoiler içerebilir.
Sun Woo (Park Seo Joon) dizinin ana karakterlerinden bir tanesi. Gerçekten karizmatik bir karakter olmakla birlikte dizinin çoğunluğunda sadece belli birinin değil sanki herkesin abisiymiş gibi takılması da ayrı bir hoşluk. Park Seo Joon' un performansını da beğendim ben.
A-Ro ile ilişkileri de güzel ve hoştu. Ben ki böyle şeyleri sevmem gerçi ama bu dizi için bunu es geçiyorum.
A- Ro ( Go Ara ) Çok ağlıyor görünüyor ama dizinin bir kısmında ağlıyor zaten. Kızcağızın hakkını yemeyeyim gerçi ama çok ağladı yahu!! Neyse, bunu yanında iyi ki aman da arada kaldım ayağına yatmadı, sonuna kadar tercihi tek bir kişi oldu. Bakın bu konuda takdir etmek lazım.
Ji Dwi (Park Hyun Sik) Bu çocuğu çok üzdünüz, çok itip kaktınız ama... :( Neyse sonu güzel bağlandı ama alışık değil çocuk yapmayın :) Ji Dwi, güzel bir karakter olmuş.
Park Hyun Sik' in performansı bana kalırsa başarılıydı, valla etkilendim ben. Takdir ettim.
Ayrıca çocuğun yüzü güzel ama uzun siyah saçlarla bambaşka bir şey olmuş. Bu yönden de takdir ediyorum, daha genç olsam daha çok takdir ederdim.
Dizinin güzel noktalarından bir tanesi - bilinçli olmayabilir doğal olarak - benim için Park Hyun Sik ile Park Seo Joon' un performanslarındaki tezattı. Tezat derken ikisi de iyiydi ancak karakterleri ortaya koyma şekillerindeki farklılık çok tatlı yapmış olayı.
(Dizinin ost' u çok güzel. Aralarında seçim yapmak çok zor ama benim için ilk sırayı bu parça aldı.)
Sung Dong II : Bu adam dizinin en eğlenceli karakteri olabilir. Ben eğlendim şahsen. Kırıklıkla- ciddiyet arasında çok hoş geçişler yapıyor.
Pa Oh
Bu amca da dizideki en eğlenceli ve tatlı karakter olabilir. Ayrıca yirmi iki yaşında. Yanlış olmasın ^^
Soo Ho - Minho
Çok eğlenceli. Karakter Minho' nun üzerine güzel oturmuş. Ayrıca gülmek çok yakışıyor Soo Ho' ya ^^
Ban Ryu
Dizideki esas acıların çocuğu Ban Ryu'dur ( Do Ji Han ). Neyse ki O' nun da yüzünü güldüren biri çıktı.
Ve şu ikisi, dizinin en tatlı en şirin detayı bence. Az sahne ama çok tatlılar. Ben bayıldım.
Dizinin en gereksizi; prenses Sookmyung (Seo Ye-Ji ). Gerçekten gereksiz, girişi anlamsız, çıkışı yok zaten.
(Ost içindeki ikincim bu )
Dizide ilk bölümlerde ortamı/atmosferi güzel kurmuşlar. Modern tatlar katmışlar. Bir çeşit disko bile yapmışlar, daha ne yapsınlar :P Ayrıca anlıyoruz ki kopya çekmek tarihin en eski dönemlerinden günümüze gelen bir miras ancak yöntemler günümüzde biraz daha geliştirilmeli.
Dizinin ost' u çok iyi ayrıca dizideki davul sahnesi pek bir estetik.
Diziyi sevdiğim için böyle konuşuyorum yoksa dizinin çok iyi olduğu düşünülmesin. Güzel başlıyor sonra biraz sapıtıyor. Zevk almanın koşulu öyle çok mantık aramayacaksınız. Oyuncu kadrosu güzel denk gelmiş, onlar izletiyor, müzikler güzel. Yalnız sonunu tatlı bir şekilde bağlamasalar, bu pembe masalcılıktan aniden ciddiyete ve gerçekliğe dönselerdi fena bozuşurduk. İyi ki dizi ne olduğunu anladı da böyle bir hayata düşmedi.
( Benim 3. sıramda bu yer alıyor. Park Seo Joon yorumu da güzel ama bu hali bir adım daha önde)
Dizi ile ilgili iki sorum var yalnız. Bilenler varsa cevap vermelerini rica edeceğim.
1- Dizinin sonunda Soo Ho' ya ne oldu. Son sahnelerde yoktu sanki?
2 - Minnoşu (Han Sung- Kim Tae Hyung) niye öldürdünüz, amacınız neydi? Hiç gerekli değildi ölümü, dram falan mı katalım dediler anlamadım. Havada kalmış sanki...
İşte böyle... Sonuç olarak Hwarang iyi bir dizi olmasa bile bana istediğimi verdi. İzlerken eğlendim, zaman zaman güldüm, beynim düşüncelerden arındı. Aradığım "light" ve eğlenceli diziyi bulmuş oldum. Haa, keşke senaryo ara sıra boşluğa düşmek yerine biraz daha Hwarang evine odaklansaydı, bizim de gözümüz gönlümüz açılsaydı kötü mü olurdu :P Finali ile de üzmedi.
Şimdi benzer şekilde, kafamı oyalayacak ve beni eğlendirecek neşeli bir başka diziye ihtiyacım var. Arama mode-on.
Sonunda Mobile Suit Gundam Re:0096' yı bitirebilmenin mutluluğunu yaşıyorum. Bu sevincimi hemen paylaşmak istedim. Benim için sallantılı bir yol oldu çünkü. Bunun bir OVA serisi de var, onu izlemedim. Yazacaklarım 2016 yapımı 22 bölümlük anime üzerinden olacak.
Bu olayları sevdiğim için hevesle başladım animeye, 2. bölümde hayal kırıklığı endişesi etrafımı sarmıştı. 3. bölümde biraz da şartlar gereği aramıza biraz zaman girdi. Aramıza duvarlar örülmesinden hoşnutsuz değildim zira devam etmemem gerektiğini düşünüyordum ancak hayat çelişkilerle dolu. Bir zaman sonra yine biraz şartların zorlamasıyla 4. bölümü izledim. Sonrasında müthiş anime azmim doğamın görmek istemediği bölümlerden çıkarak inatçılaşmaya başladı. Hep derim, eğer anime izlerken gösterdiğim azmi ve disiplini hayatımın başka noktalarında uygulayabilmiş olsaydım şimdiye kadar böyöööök adam olmuştum ama benim kaderimde de bu azmi animeler konusunda göstermek varmış. İşte böyle böyle sonunda 22 bölümü bitirmeyi başardım.
Mobile Suit Gundam Unicorn Re:0096, adından da anlaşabileceği üzere bu dünyanın belli bir evresinde geçiyor. Bu tarihi gidişat normal şartlarda sıralı tabii ki, bu seride "Universal Century"nin 96. yılında yaşananlar konu ediliyor. Öncesini bilenler için izlemesi daha kolay olur ancak bilmeyenler içinde seri içinde öncesinde olmuş belli bazı olaylara yapılan atıflar izleyenin fikir edinmesini sağlıyor merak etmeyin.
Konusu hakkında çok detaylı yazmayacağım ama her seride olduğu gibi burada da çarpışan, bir çeşit güç savaşı ve gücü elde tutma savaşı içine giren taraflar var. Bununla birlikte yeni bir gelecek için mücadele verenler var.
Serinin öncesinde dünya nüfusu patladığı ve dünya kaynakları artık kendi kendine yetemez duruma geldiği ve ölmenin eşiğine geldiği zamanlarda bazı insanlar (bazı dediğime bakmayın, nüfusun oldukça önemli bir bölümü) zorla uzaya gönderiliyor ve bir nevi orada kaderlerine bırakılıyor. (Detaylar ayrıntılarda, serinin içinde ve öncesinde gizli) Seri esnasında bu insanlar öfkeli. Full Frontal' in kaptanı olan şahıs, önceki lider Char' ın yeni nesil temsilcisi ve bu uzay insanlarının sesi olduğu iddiasında.
Elimizde bir de Sleeves var. Bunlar da uzay insanı. Full Frontal ile bazı görüş ayrılıkları olsa da Char' ın emirleri altında çalışıyorlar.
Dünyayı ve uzayı himayesinde tutan Federasyon var. Meşruiyetini nasıl temellendirdiğinin hayalini size bırakıyorum. Olaylar her zaman ki gibi...
Ayrıca bir de Vist Foundation var. Bunun da iki kanadı bulunuyor.
İşte, animenin içindeki karakterler böyle bir ortamda yeni bir çağa ışık tutabilecek ama aynı zaman da geleceği de yok edebileceği söylenen, bir nevi Pandora' nın kutusu olan Laplace' s Box' ın (ne olduğunu sonra öğreneceksiniz) peşine düşüyor. Her kanadın, herkesin bir nedeni var.
Aslına bakarsınız, yaratılan dünya, olaylar, animenin ele almaya çalıştığı evrensel felsefi konular, güç istenci falan hoş ve ilgi çekici mevzular, araya mobile suit aksiyonları da girdiğinde dibimin düşmesi gerekir ancak animede bir olmamışlık, bir tuhaflık var. (En azından ben öyle hissettim)
Bana kalırsa bunun en büyük nedeni (benim için ) karakterlerle ilgili olan sorunlar.
Şimdi bakıyorum Banagher' e. Industrial 7 denilen bir kolonide lise eğitimi gören bir velet. Kaderin bir cilvesi olarak, kolonisine düşen ve ""savaşı engellemem lazım diyen Audrey ile tanışıyor, o andan itibaren Audrey'ci oluyor. Cardeas Vist' in itelemesi ile Gundam' ın pilot koltuğuna oturuyor. Tabii ki "Gundam pilotunu kendi seçer" ilkesi burada da geçerli. Gundam pilotu olan her çocuk gibi kaderin bir cilvesi ya da bir rastlantı olarak Gundam' a denk geliyor ancak Gundam O' nu kabul ettikten ya da Gundam' ın hakkını verdikten sonra onun pilotu oluyor. Peki Banagher ne yapıyor? Eyvallah, çok yerin dibine geçirmeyeyim, Gundam' ın pilotu oluyor, etkileşim falan iyi hoş ama anime bas bas "Savaş kötüdür", "Nedeni ne olursa olsun terör kötüdür" diye bas bas bağırırken aynı zamanda " Kararlı olmazsan bir yere varamazsın", "Ortak bir gelecek" temalarıyla yankılanırken Banagher kardeşimiz Audrey de Audrey diyerek herkesten dayak yiyip, depresyonlara giriyor. Sonra birden bir şeyler oluyor falan, ay yazarken içim daraldı...
Lafım, Banagher' in öldürmekten kaçınması, farklı yollar araması değil. O'nun çizgisi ve karakteri bu şekilde, lafım yok (sürekli ikilemde kalması, mymıylığı baysa da). Sorun konunun Audrey' e bağlanmasında.
Audrey desen zaten tek boyut. Nasıl başladıysa öyle bitti... Hadi bunlar "newtype" yani uzaya uyum sağlamış yeni bir insan nesli. (Serinin sonunda bu çıkıyor) Peki ya Riddhe'ye ne demeli? Newtype'ların yüz karası, karakter gelişimi olmayan diğer üçüncü bir kişilik. Yani ben bu çocuğun nereden başlayıp, nereye vardığını anlamadım... Ya da kendi algı yetersizliğim için hakkını yiyorum. Benim için izlemesi en sinir bozucu olan karakterlerden bir tanesiydi.
Çok arka planda kalsalar da Nagel Agehama' nın komutanı, Noa Bright, Daguza ve tabii ki Zinnerman Kaptan serinin en baba karakterleri. Kaptan dediğin, düzgün olacak. Ve Marida, hepsinden daha insan olabilir.
Diğer bir bozukluk noktası da bence olayların bağlanışıydı. Yani Char kardeşim, tamam bir önceki ile hiç bir şekilde alakan yok, ama naptın sen kardeşim? Madem öyleydi niye böyleydi diyeceğim, izleyenler anlasın. Olayı bir umuda, yeni bir başlangıca teslim ettin ki bu yeni bir bakış açısı açıyor ama acaba bu sahne kesilmiş mi yoksa orijinalinde de mi öyle bilemiyorum. Etkileyicilikten uzak kaldı sanki biraz? Angelo' cuğun anime içinde fanboyluktan öte bir misyonu yok muydu?
Aksiyon sahneleri hoştu ancak ilk kez bir Gundam serisinde mobile suit aksiyonu içinde kim kimdir seçemedim zaman zaman. Bunu artık yaşlılığıma da verebilirim belki, bilemiyorum.
Şimdi bakıyorum, çok mu yerin dibine soktum diye, bilemiyorum. Gundam dünyasını severim, hoşbeşliğim de vardır ancak çok sıkı bir tekipçisi olduğumu iddia edemem. İzleyeniniz varsa yorumlarını beklerim. Ben de Unicorn' un 7 bölümlük daha uzun olan OVA' sına döneceğim.
Haa, izledim mi? Evet. Çünkü arka plan ve arkada dönen fikirler hoş, genellikle olduğu gibi hikayenin karmaşıklığı ilgi çekici ve keyifli.
Açılış ve kapanış müziklerinden bir o kadar memnuniyetsizim. Yine de müzikler Hiroyuki Sawano' ya ait ve animenin içinde muhteşem güzellikler var...
2016 animelerinden 12 bölümlük Yuri On Ice' ı muhtemelen benim dışımda izlemeyen kalmamıştır. Bu yazıyı yazabildiğime göre ben de izlediğimi artık söyleyebilirim. Aylar önce bir arkadaşım ile birlikte ilk bölümünü izlemiştik animenin. O bölümün ardından bu anime yürür gider diye eğlendik. Dediğimiz gibi de oldu. Bu ilk bölümün ardından tüm bölümler tamamlansın diye beklemiştim çünkü her hafta bir bölüm izlemekten hiç hoşlanmıyorum. O süreç boyunca sosyal medya kanallarından animeyi izlemiş kadar oldum. Gözlemlerim Yuri on Ice' ın seveni olduğu kadar sevmeyenin de çok olduğu, sevenlerinin - istisnaları tenzih ederim - coşku patlamaları yaşadığı gibi noktalardı. Biraz antipati yaratmadı desem yalan olur.
Doğruyu söylemek gerekirse animenin sevenlerinin aktardığından ( öpüştüler, evlendiler vs...) daha fazlasına sahip olduğunu ( eh 140 harf sınırıyla fazlasını söylemek mümkün değil buna da hak veriyorum biraz) ve çok eğlenceli ve heyecan verici olduğunu gördüm. Yuri!! On Ice'ın çok keyifli bir anime olduğunu söylemeliyim.
Çok klişe olacaktır ama Yuri!!! On Ice' ı güzel yapan öğelerden bir tanesi öncelikle animenin buz pateni ile ilgili olması. Şahsen çok sevdiğim bir spor dalı. Zamanında ben ve benim gibi nice insan Trt' nin Trt olduğu zamanlarda özellikle Trt3' de deli gibi yarışmaları izler, zevkten zevke koşardı. O zamanlar, bu kanal pek çok spor dalından önemli organizasyon ve yarışmaları ayrım gözetmeksizin, anlatımı güzel spikerler eşliğinde yayınlardı. Artistik patinaj en fazla ilgi gören dallardan bir tanesi olabilir. Yıllarımı bu kanalın ve akabinde başka bir kanalın verdiği dünya ve avrupa şampiyonalarını, olimpiyat madalyalarını ve o muhteşem galalarını izleyerek geçirdim benim neslimden olan pek çok kişi gibi. Bizim ailede bu sporun benden ve annemden daha fazla fanatiği olanı varsa o da anneannemdir. Zamanında, benden çok önce, televizyonun yeni yeni ülkede oturmaya başladığı zamanlarda kendisi yayınların sıkı bir takipçisi olmakla birlikte anlatılanlara göre tüm mahalle anneannemlerde toplanıp, dünya şampiyonası falan izliyormuş ^^ Kendi fiili buz pateni kariyerim ayrı bir konu, yazının sonunda ona da değineceğim...
Animenin bir diğer güzel yönü, çoğu yetişkin, profesyonel sporcuları ele alması. Genelde animelerde lise çağındaki çocukları izlemekten bıkanlar için bu güzel bir rahatlık getiriyor öncelikle. Ardından bu sporun arka mutfağını, rekabeti, verilen emeği göstermesi, sporcuların birbirleri arasındaki ilişki ve duygusal bağları ele alması çok hoş bir boyut katıyor. Buz üstünde performansını sergileyen bir sporcunun duygularını bir diğerinin hiç konuşmadan tam olarak anlayabilmesi kadar etkileyici ve hoş bir bağ olabilir mi? Birinin temasının içtenliğini rakibinin algılayabilmesi hoş değil mi?
(Çok güldüm ama hak veriyorum ^^)
Sahne sanatlarının çoğunda olduğu gibi bu tarz eylemler içindeki kişiler de performanslarını ya da temalarını sergilerken, bu duyguları önce kendi içlerinde bulup tanımalı ve içtenlikle bunları o esnada dışa vurabilmeli. Bu ise insanın bir şekilde kendisi ile yüzleşmesi, kendini tanıması demek. Buna ek olarak yarışma ve rekabet psikolojisi, endişe, zevk, rahatlama gibi nice duygu da işin içine girince bu insanlar oldukça uç duygular arasında gidip geliyorlar. Animenin, belki net ve detaylı bir şekilde olmasa da, buna değinmesi animeyi etkileyici kılıyor. Animeyi izleyen herkes şunu, anlamıştır ya da hissetmiştir. Teknik açıdan bir kişi ne kadar mükemmel olursa olsun eğer onun içine duygu ( ya da bu alanda artistik başarı ya da estetik de denilebilir) katamazsa, bu duygusallığı karşı tarafa izleyene geçiremezse teknik açıdan ne derece mükemmel olursa olsun büyük başarılara ulaşamaz, puan olarak belki ulaşır ancak hatırda kalmayabilir. Aksi yönden teknik olarak ortalama olan biri, programını artistik açıdan yüksek bir performansla sergileyebilirse kalplerde taht kurar.
Animenin anlatım çizgisi oldukça güzel tıpkı patenin altındaki ince demir çubuklar gibi. O kadar naif ve hoş bir çizgi oluşturmuşlar ki, her izleyen kendi gözünden olayları algılayarak yorumlayabilir. Bir duygunun dünya üzerindeki insan sayısı kadar tarifi ve tanımı varsa eğer animede de olaylar, duygular ya da ele alınan konular izleyen herkes tarafından kendisine göre yorumlanabilir, tanımlanabilir. Aynı zamanda bazı çizgiler, karakter arka planları kesin bir şekilde verilmeyerek izleyenin boşlukları doldurmasına zemin hazırlanmış. Bu sadece Viktor- Yuri ilişki konusunda değil, farklı konuları da - karakterin öz güveni, başkalarıyla ilişkileri, arka planını da - izleyenin kendi hayal gücüne bırakmış. Buna ek olarak çoğunlukla Yuuri' nin dilinden dinlediğimiz olayların aslında diğer karakterlerin gözünden farklı bir şekilde anlatılması da animeye bir zenginlik ve tat katıyor. Misal ilk bölümde Yurio' nun Yuri' ye aynı isimle iki insan olmaz gibi saçma bir gerekçe ile istifa et demesinin ardında aslında Yurio' nun, adımlarının belli bir seviyede olduğu için onu yakından tanımak istemsi ve Yuurinin ağır bir zavallı olduğunu düşünüp buna sinirlenmesi gibi....
(Hahahahaha)
Gelelim karakterlere. İşte bu noktada animenin 12 bölüm olması elde patlıyor sanki...
Victor Nikiforov (Suwabe Junichi) için söylemek lazım ki; hem karakter hem de sporcu olarak mükemmel. Farklı bir tanım kendisine haksızlık olur. Hem başarısı çizgisini bu derece korumak, hem kendisine yön verebilmek, hem bu kadar tatlı olmak, hem bu kadar yetenekli olabilmek hem de etrafındakilere hatta rakiplerine bu derece ilham olabilmek, esin verebilmek mükemmellik gerektiriyor. Şaka maka serinin en saf, en efendi karakteri de çıktı kendisi. Animenin en etkileyici sahnelerinden biri sanırım Victor' un şampiyonada Yurio' yu izlerken hissettikleriydi. Bir çeşit çelişki belki. Buzda olmak- koç olarak kalmak...
Yuri; ara sıra beni sinirlendirse de yine de sevdim Yuri'yi. Arkadaş bir nevi masal yaşıyor. Artık yükselemeyeceğine inandığı ve emekliliğini ilan edeceği anda dünyanın bir numarası, hayranı olduğu yegane kişi ayağına gelip "hadi, senin koçun olacağım ben" diyor. Daha ne olsun? ^^
(Bir çeşit depresyon etkisi; sarılma ihtiyacı )
Yurio, serideki tüm karakterleri sevdim ancak sanırım en çok Yurio' ya bayıldım. Bir kere çok eğlenceli bir karakter çıktı. Her ne kadar kendi egosunun içinde çalkalansa dursa da aslında etrafındakilerin en fazla farkında olan kişiymiş gibi geldi bana. Atarının giderinin, asabiyetinin altında aslında gönül insanı ama çaktırmıyor :P Sıçramalara çıkışı zaten ayrı bir konu :))Ayrıca garibimin feci bir fan kitlesi var, onlardan kaçarak beni oldukça üldürdü ki neyse ki Otaebek kurtardı Yurio' yu. Olayın medyada hemen Kazakistan' ın şampiyonu, Rusya' nın perisini kaçırdı" diye yayılması ise ayrı bir efsane...
(Sevimli yaw ^^)
Animenin tüm yan karakterleri - JJ hariç- sevilesi, hepsini çok sevdim ancak özellikle bazılarının es geçilmesi üzücü. Yarışmaya katılanlar için hadi ikinci halka diyelim ama üçüncü halkadakiler tam misyon piyonları gibi olmuş. Misal, Yuri' ye hayran Japon patenci... Tamam anlıyorum, bu ilk sezondaki misyonu, Yuri' nin anlatımındaki güvenilirliği şüpheli kılmak. Yani, Yuuri kendisini ne kadar beceriksiz, sanki yokmuşcasına anlatırsa anlatsın aslında etkilediği, esin kaynağı olduğu kişiler var, bu mini patencinin görevi ise bu tezatı ortaya koymak ama serisini de izlemiş olmamıza rağmen tekrar görememek üzücü. Bir de Japonya' nın gelecek vadeden sporcularından bir tanesi olarak lanse ediliyor.
Efendim, hadi bir Georig' yi de anlarım ki, kendisi oldukça komik bir karakter. Biraz daha karikatürize edilmiş olmasından dolayı fazla üzerinde durulmamasına anlayış göstereyim tamam ama keşke daha fazla göz önünde olsaydı. Bu sezon O'nun için büyük bir fırsat olarak sunuluyor biz izleyenlere çünkü. Peki ya Koreli kardeş ne oluyor? Atarlı giderli bir geldi sonra gitti. Niye o zaman O'na vakit harcandı ki? Hadi İtalyan patenci de bir şekilde bir aydınlanma yaşandı ama biraz sıkıcı ve uzundu O'nun bölümleri sanki... Ya da böyle üstten geçileceğine çoğu karakter, diğerlerine biraz daha fazla detay verilseydi. Yani gözler bir Otaebek' i daha fazla görmek isterdi...
<3 p="">
Hepsini anladım da JJ nedir diye sormak istiyorum. Karakter zaten itici- artık bilinçli mi değil mi bilemeyeceğim - ama en kritik anlarda JJ' ye neden eğilmeyi tercih ettiler ki? Teknik becerisine rağmen, aslında herkesin yaşadığı-yaşayabileceği bir sorunu yaşayan JJ' in dereceye girmesi bile beni sinirlendirdi aslına bakarsanız. Fazla ve zeminsiz egonun sonu en beklenmedik anlarda bir çöküş. Yine Yuuri' nin durumuna farklı bir örnek olarak sunulmuş olabilir ancak JJ ve fan kitlesi benim için animenin en sinir bozucu kısmı ^^ (çok mu yerdim ne ?) Neyse, arkadaşlar kendisini bir şekilde dışlayarak beni teselli etmeyi başardılar.
Beni en çok korkutanlar ise üçüzler oldu. Yani çok sevimliler ama buz pateni nerd' ü olmaları biraz korku verici. Ebeveynleri olmak istemezdim şahsen.
Yuri!!! On Ice' ı izlerken bayağı keyif aldım. İzlemeyen varsa bence bir göz atsın.
Ha, benim kendi buz pateni hikaye(leri)m... Çok uzayacak, başka bir yazının konusu olsun artık :)