22 Aralık 2016 Perşembe

Ace of Diamond (Diamond no Ace) - Anime: İkinci Sezon






 Ace of Diamond ilk sezonun finalini çok hoş bir bölümle bağladıklarından bahsetmiştim. İkinci sezonun ilk üç bölümü, birinci sezonun bir özeti. 


Ben sanırım şanslı kısımdaydım. Ace of Diamond' un her iki sezonunu da üst üste, kesintisiz izledim,  hahahahah... -Raichi gülüşü- Biraz beynim bulanmadı desem yalan olur (iyi anlamda) ve hala beyzboldan pek haz etmiyorum ancak Ace of Diamond' un yeri pek bir ayrı diyorum.



Ace of Diamond' un ikinci sezonu 2015 tarihinde yayınlanmaya başlamış ve 51 bölüm. Rüzgar gibi geçen 51 bölüm... Ben bitirdiğim için şu anda (yazının yazıldığı zamanda) mutsuzum biraz.



Eldekilerle tekrar yeni bir takım kurmak, hayal kırıklıkları, korku ve endişeler, üzüntüler, hedefler, yeni sorumluluklar, kendine meydan okumalar, inanç ve güven, rekabet bu sezonun bir kısmı kısaca. Takımın önünde yeni bir amaç ve bunu başarmaları için çok önemli bir motivasyon var... Daha da detaya girmeyeceğim :)



(Sezonun en sevdiğim açılış parçası Glay - Sora ga Aozara de aru Tame ni. Glay' in single' ı çıktığında da en sevdiğim parça bu olmuştu.)





Bu sezonun rakiplerinin bir kısmı eskilerden oluşuyordu.Yeni takımlar da rakip olarak Seido' nun karşısına çıkıyor. Hepsi farklı görüşleri ve idealleri temsil ediyor.



Oya Lisesi fena değil. Takım koçu  Ichirou Araki ( Hatano Wataru )kendine bir vizyon çizmiş, enteresan mesela. Felsefesi; "Akademik bir okuluz ve antreman saatlerimiz sınırlı o zaman  aklımızı kullanırız, amaca yönelik antreman yaparız". Yine de bunların ace' i Gou'dan ( Toshiki Masuda) pek hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Mesela, Ugumori Lisesi daha kendine has bir takım ki ben pek sevdim bunları. Özellikle ace'leri Umemiya  (Showtaro Morikubo) ve yanlış hatırlamıyorsam bu takımdaki şişman ve koca gözlü koşucu ve tabii ki Nao çok tatlı karakterler. Şu koca kaslı takıma pek lafım yok (aslında çok var!!) !  Fakat, Miyuki' ye dalan koca adam sana laflar hazırladım. 





Bu sezon garibim Miyuki' yi (Takahiro Sakurai) çok hırpaladılar zaten. Fiziksel açıdan hırpaladılar bir de çocuğun yakışıklılığını dillerinden düşürmediler. Çok kıskandılar, çoook :P Kendi arkadaşları da biraz hırpalamış olabilir, bu ayrı bir konu.






Sağolsun Sawamura ( Ryota Osaka ) maçlarda bizleri yalnız bırakmayarak, yedekler arasından - dahi -  maçlara ayrı bir soluk ve ayrı bir neşe kazandırıyor. 



Ara sıra Furuya ile düet yapıyorlar, daha bir değişik oluyor. 



 Tribünün artık Sawamura' ya ayak uydurması  ve  karşılıklı tezahuratlaşmaları  ayrı bir eğlence.




( Bu olay ise bambaşka :))) )

Sezonun pek çok parlayan, göze batan ismi var ancak bu açıdan bakıldığında sezonun parlayan takımı (tabii ki ana takımı bir yana koyarak) Yakushii.


ve Raichi...




Saha içinde çoğu insan böyle bir tipin karşısında oynamasını istemez sanırım .


Ancak çok tatlı ve komik bir karakter aslında.


Ve çok utangaç...


Ben bayılıyorum kendisine. Sanırım babasının tüm dilekleri gerçek olacak.



Diğer bir Yakushii oyuncusu ve takımın ace' i Sanada. Sanada zaten sevilmeyecek bir karakter değil ve çok seviyorum ancak özellikle son maçtaki çıkarımlarıyla yine gönülleri fethetti. Yakushi' nin başarısının altında belirli isimlerin payı büyük zaten.




Bu sezon oldukça eğlendiğin bölümler, noktalar, espriler oldu ama sanırım favorime yine Sawamura imza attı. Hatırlayanlar vardır, Sawamura bir ara depresyona giriyor ve o andan sonra sınıfta kitap okumaya başlıyor. Bu durum sınıf arkadaşlarının da ilgisini çekiyor hatta bir süre sonra  manga arkadaşları  edinmeye başlıyor. Mesela Kanemaru bu duruma biraz uyuz oluyor. Neyse Sawamura' nın Suç ve Ceza' ya başlayıp bir gün içinde karakterlerin adını hatırlayamadığı için kitabı bırakması benim için eğlencenin doruk noktalarından bir tanesiydi. Doğal olarak bu 51 bölümden sadece bir nokta...



Ace of Diamond ikinci sezonun öne çıkan daha doğrusu çıkmaya çalışan karakterlerinden bir tanesi Zono. Karakter gelişimini izlerken zaten göreceksiniz ancak maçlardaki o tasvir, o renkler,o poz  nedir? Güldüm hem de çok.... ama gülerken utandım da çocuğun o derin konsantrasyonundan.



Senpailer yine kendilerini bir şekilde belli ettiler bu sezon. Özellikle Isshiaki tribünde maç izlerken performansından bir şey kaybetmediğini ortaya koydu. Sevilmeyecek gibi değiller.



Bu sezon, ortalarda çok görünmese de, Mei biraz adam oldu. Özellikle eski takım arkadaşıyla bankta girdiği diyalog hoştur.


Sezonun final bölümü, girişi ve müziği ile harikaydı diyeyim, anlayın. Sonrası karışık duygular. Ace of Diamond' un her sezon  finalinde gözlerim yaşarmak zorunda mı? Sadece bir iki kareliğine de olsa bir şekilde insana dokunuyor sanırım. Neyse, çok tatlı çok güzel ve hoş bir final yapmışlar. Anime olarak devamının gelmeyecek olması çok üzücü.



(Sezonun en sevdiğim kapanış parçası)


Bittikten sonra kendimi kötü hissetsem de diyebileceğim tek şey; İyi ki izlemişim.



15 Aralık 2016 Perşembe

FUTBOL ADASI: TURNUVA (I)





GİRİŞ


Soğuk bir kış günüydü...


Bir süredir durmaksızın lapa lapa kar yağıyordu. Günlerdir sadece yağmakla kalmamış, tutmuştu. Yerdeki kar dizlerimin hizasını çoktan geçmişti. Biraz daha kassa kalçalarıma kadar gelecek seviyedeydi ama bu bir ölçü sayılmaz çünkü ben kısa boyluyum. Şu yaşıma kadar bu ölçüde kar görmemiş  olan benim normal şartlar altında sevinçten çıldırıyor olmam ve yağan kar tanelerinin estetiği karşısında gözyaşlarımı tutamamam gerekiyordu aslında ancak ne yazık ki bir süredir oldukça sıkıntılı ve normal insanların tahmin edemeyeceği şekilde bunaltıcı günler geçiriyordum. Yine de kar beni az da olsa mutlu etmişti. Bu buhranlı durumun detaylarını kimseye sıkıntı vermemek adına es geçeceğim fakat günlerdir kaçışım yağan kar ve elimdeki kitaplar olmuştu.



Hayatımda ilk defa kar kütlesine yatıp kelebek izi çıkarmayı başardığımda histerik bir gülme krizine yakalandım etraftan gelip geçenlerin garip  bakışları altında. Sonra karın üzerine "çokta tınnnnn"  yazdım. Boş vakitlerimde, ki maalef az, apartmandaki çocuk irileriyle kardan adam yapıp kar topu oynadım. Artık aralarına nasıl sızdıysam beni hem kendilerinden biri olarak görüp hem de bir şekilde saygı duymayı öğrendiler. Bunda kar topu savaşlarındaki sezgisel stratejik yeteneğimin de faydası olduğunu düşünüyorum ki şimdiye kadar bu derece şiddetli savaşlara girmişliğim yoktu. Dediğim gibi ilk kez tam anlamıyla kar görüyorum sayılır. Daha önce kar topu demek arabaların üzerindeki buz tutmuş 0,05 cm'lik kütleyi sıyırıp "aaa, kartopu" demekten ibaretti. İlk karımı yurt dışında görmüş ve kadınların o kar ve buz kütleleri üzerinde 10 cm' lik topuklularıyla nasıl yürüdüğünü merak etmiştim.



Bu çocuklarla olan kar münasebetim bir tarafımı nasıl kaldırdıysa kendimi kar konusunda tecrübeli saymaya hatta önceki hayatlarımdan bir tanesinde Sibirya' da falan yaşadığımı düşünmeye başlamıştım. Umarım o hayatımda kürek mahkumu olmamışımdır. Kızaklar üzerinde seyahat edebilen biri olduğumu düşünmeyi yeğlerim. Bu kendimi beğenmişliğim, bu çocuk irileriyle kardan adam yapma çalışmalarına başlamamızla söndü tabii ki. Anladım ki bu kadar sabırlı değilim. Yani iki kütleyi üst üste koyduk işte, alın size kardanadam! Hayır efendim, nedir her seferinde evlerden zeytin, havuç falan getirip göz ile burun yapmak, salatalıklarla kulak yapmaya çalışmak? O yuvarlak kütleleri yapmak zaten zavallıların saatlerini alıyor, bir de süsleme ile uğraşıyorlar. Ben oldukça yaşlı biri olarak, komuta zincirinin tepesinde olmamdan kaynaklanan koltuk rahatıyla sadece komutlar vermekten sıkılmışken bu gariplerim ilginç bir neşe içinde çalıştılar her seferinde günlerce. Ama işin en gıcık yanı yine beni buluyordu. Hadi zeytinden göz yapmak sorun değil de, o havuçlardan burun yapma merasimi yok mu!!!! Girmiyor kardeşler, o boy boy havuçlar o salak kardan adamın kafasına girmiyor, oturmuyor, durmuyor! Her seferinde aklımdan, çocuğun biri onu orada tutarken  uzaklardan koşarak atacağım  uçan tekme darbesiyle kafaya oturtmak geçti ancak içimde kalmış olan az miktardaki merhamet kırıntısı çocukların önünde ve onların çabasının üzerine bunu yapmamı engelledi.


Bu karlı günler esnasında, bu bunaltıcı günlerden kaynaklı ve bir nevi mahsur durumunda olmam dolayısıyla kitaplara sardım. Gereğinden fazla okudum, internetten sipariş veremediğim ve bütçem kısıtlı olduğu için etraftaki sahaflara sarmıştım ancak benden kaçtıklarını düşünmeye başladım. Ne var ki, bu benim yanılsamam da olabilir zira içinde bulunduğum fiziksel durum ve atmosfer zihnimin bu tarz yanılsamalar yaratmasına uygun. "Yazsam roman olur" moduna ulaşmışken restim rest diyerek vites arttırarak  "dramsa dram ulan" seviyesine geldim. Yani, fiziksel şartları geçelim ancak atmosfer olarak Çehov' un Üç Kızkardeş'i ya da Dostoyevski romanlarındaki sessiz, karanlık gecelerdeki havada asılı olan o zaman durgunluğunu düşünün bunun üzerine varoluşçu romanların bir kısmındaki o karanlık hatta karanlık değil, o garip  havayı ekleyin ve daha bir sürü...




Bu arada dram demişken, tüm bu sıkıntılara ek olarak yanımda bilgisayarım ve internet olmadığı için ve zaman zaman evde mecburen birarada kaldığımız kişilerden uzakta kitabımı okuyacak sıcak ve tenha bir köşe bulamadığım için televizyona göz atmak durumunda kaldım. Kendisiyle yıllardır pek aramız yok. O nedir? Birbirinden entrikalı, kumpaslı, dedikodulu, dram etiketi altında diziler! Ve beni daha da hayrete düşüren, tüm bu "dram" ın klişeler üzerinden ve yaratıcılıktan uzak bir şekilde gerçekleşmesi. Halbuki dram dediğin daha günlük ve daha küçük durumlardan da kaynaklanabilir, çeşitlenebilir. Yani, benim büyük dramımın altında kendimi eğlendirmek için edindiğim şu deftere yazmak için aldığım üç tükenmez kalemin de yazmaması beni derinden etkileyen bir alt dramdı mesela!



İşte bu şekilde geçen zaman içerisinde soğuk bir kış günüydü. Akşamüstüne geliyordu. Ruh halim biraz düzelsin diye dışarı çıkmaya niyetlenmiş, apartman kapısına kadar gitmiştim ki kapının biraz gerisinde bulunan posta kutularına sıralanmış elektrik faturalarını gördüm. İçimden bir ses; "Hayır, bakma. İyice döşemişlerdir, moralin iyice bozulacak. Görmemezlikten gel ve kendini boyunca karların üzerine at" derken, daha muzip ve biraz daha mazoşist olan diğer ses; "Evet, bak faturaya. Zaten elektriği pahalıya satıyorlar, bir de faturaya ekledikleri kol kadar vergileri gör sonra gözlerini yavaşça toplam miktara indir. Sinirden ısındıktan sonra karlara atla, serinlersin" diyordu.  İkinci sesi dinledim. Faturayı posta kutusunun üstündeki yuvarlak delikten haşince çektim, yavaşça kullanım miktarına odaklandım. Sağ gözbebeğim irileşti. Sonra faturayı daha da şişirecek bir sürü zımbırtı vergi miktarlarına indirdim gözlerimi, sol gözbebeğim büyüdü. Derin bir nefes aldıktan sonra toplam miktara sakince baktım ya da bakmaya çalıştım. O üç haneli rakam karşısında gözlerim daha önceden antremanlı oldukları için soğukkanlılıkla yuvalarından fırlar gibi yapıp yerlerine geri oturdu. Faturayı sağ elime alarak sağ kolumu posta kutularına dayadım, kafamı da kolumun üzerine koydum ve en acılı şarkıların en dramatik kliplerinde oynayan kişilerin yaptıkları gibi çeşitli açılardan farklı pozlar verdim. Posta kutularına ellerimi dayayarak "hayııırr, bu ne derinden acıdır! Acımdan içim yandı!" manalı duruşlar sergiledim. Performansıma yavaş çekimde devam ediyordum ki apartman kapısı dışarıdan açıldı ve bir ses;


"Hayırdır Tawannanna, bu dramatik sanatsal tavrının kaynağı nedir?" diye sordu.


Kafamı yapıştırdığım posta kutusundan utançla ayırmaya çalıştım - oldukça yapıştırmışım - ve kapıya doğru döndüm. Ağzında bir mektupla kapıda  bekleyen Max' i gördüm.


Max, bu apartmanın bahçesinde yaşayan, apartman sakinlerinden birinin köpeği. Köpeklerden ve cinslerinden anlamadığım için tam olarak cinsini söyleyemiyorum. Sahibi de bilmiyor sanırım çünkü sorduğumda bana özel bir kırma olduğunu söylemişti. Ebatlar ve genel tavırlar açısında golden'a benziyor ancak Max aynı zamanda bir avcı köpeği. Kulakları ve yüzü bu şekilde. Bunların dışında Max, insancıl ve çok akıllı bir köpek. Kendisinden korkanlara yanaşmaz, onlardan uzak durur. Çocuklara karşı şefkatlidir. Büyüklerine saygılıdır.  Bana kalırsa Max' in çok babacan ve güzel bir karakteri ile birlikte müthiş bir karizması var. Ayrıca Max çok yakışıklı bir köpek.  Sanırım civardaki pek çok dişi köpek bu fikri benimle paylaşıyor. Bunu geceleri usulca bizim bahçeye süzülmelerinden anlıyorum. Max geceleri ne yapıyor bilmiyorum ama gündüzleri kendi türü arasında lider ve havalı tavırlarıyla dikkat çekiyor. Çapkınlığı da var biraz.


Kapıda bana sorusunu yönelttiği sırada üzerinde o meşhur, renkli çizgili kazağı vardı. Max ile şimdiye kadar seviyeli bir ilişkimiz olmuştu, daha çok tek taraflı. Onu, kulübesinde yalnız gördüğümde "Ooooh Max, naber?", " Üşüdün mü?", "Günün nasıl geçti?" diye sorular sorardım. O ise bana bakar, başını eğer ve sonra ilgisini başka yöne verirdi. Max' in üzerindeki kazaktan pek hoşlanmadığını zaman zaman düşünürdüm ancak bana kalırsa o kazak onu gülünçleştirmekten ziyade daha havalı, daha şirin ve daha cana yakın yapıyordu. Şimdiye kadar bunu kendisine ayıp olur diye söyleyememiştim.

"Fatura işleri, anlarsın" dedim.

"Anlamam mümkün değil" dedi, ona hak verdim. Benim bile anlamadığım bu işi onun anlamasına olanak yoktu.

"Senden naber?" diye sordum. "Dünden bir farkı yok" diye cevap verdi.


Bu sahnede bir gariplik var diye düşünüyordum ancak sebebini bir türlü bulamıyordum. Öte yandan Max ile konuşmaya devam etmek istiyordum. Bir an kapının hala açık olduğunu fark ettim.

"Aah, pardon" dedim, biraz yana çekilerek. "Eve mi girecektin?" diye sordum. Max' in sahibi hemen giriş katında oturuyordu ve yolunun üzerinde duruyordum. "Bu gördüklerin aramızda" diye ekledim hafif çekingen bir ses tonuyla. Aman ha, Max benim o fatura acısı adlı dramatik klibimi civar köpeklerine aktarırsa halim ne olurdu? Zaten elimdeki ekmeği 10km öteden fark edip etrafımda kızılderililer gibi çember çiziyorlardı bir de hafif tırlatmış olduğumu öğrenirlerse Köpeklere Fısıldayan Adam' dan öğrendiğim sakin ruh halimi koruyamaz ve onlar üzerinde otoritemi kuramazdım.


Max bana sanki 40 yıllık asker arkadaşıymışız gibi göz kırptı. Hafifçe gülümsediğine and içebilirim. "Evde işim yok. Dışarıda biraz işlerim var" dedi.

Ben ise dışarı çıkmaktan vaz geçmiştim. "Oldu o zaman, görüşürüz, kolay gelsin" diyerek asansöre doğru dönmüştüm ki "Bunu sana vermem istendi. Bu yüzden kapının dışında seni bekliyordum" dedi. O anda deminden beri Max' in ağzında duran mektubumsu şeyi tekrar fark ettim. Bir an kalakaldım. Benim için tüm bu esnada ortamdaki en fantastik varlık, sağ avucumda duran, sağ elimin bilincim dışında ancak muhtemelen beynimin karanlık bölümlerinden gelen komutlar neticesinde kendince buruşturup parçalama işlemini kolaylaştıracak aktivitelere giriştiği elektrik faturasıydı. Ağzımdan ağlamaklı bir tonla "Hayır, başka bir fatura daha mı?" isyanı döküldü. Max, "nelerle uğraşıyoruz" anlamında başını hafifçe salladı ve derin bir nefes aldı. Sağolsun babacan ve sakin bir tonla beni yanıtladı.


"Tawannanna kardeş,anlıyorum ki siz insanların yaşamı zor, çileli. Yine de içini ferah tutabilirsin. Ağzımdaki bir fatura değil. Bir çeşit davetiye. Davetiyenin ne olduğunu biliyorsun değil mi?"


Başımı evet anlamında salladım. Max yavaşça yanıma kadar geldi. "Şimdi bunu al. Benim görevim bunu sana vermek". Max' in teselli edici yaklaşımı beni rahatlatmıştı. Yavaşça ağzından zarfı aldım. Şaşılacak şekilde salya falan bulaşmamıştı. Max pis bir gülümseme takındı. "Bence bir davetiye bir faturadan daha iyidir, bazen" dedi ve kapıya döndü. "İçinde ne olduğunu bilmesen bile..." Bunu ürkütücü bir tonla söylemişti. Sonra kapıdan hızlıca çıkıp gitti. Loş bir ışıkta, elimde bir zarf, sağ avucumun içinde elimin öğütmeye çalıştığı bir fatura ile öylece kalmıştım.


Bir süre sonra kendime geldim. Faturayı montumun cebine koydum. İki elimde zarfı tuttum. Normal zarf boyutlarından biraz daha büyük, bej renginde bir zarftı. İçindeki her neyse kalındı, karton gibi. Nasılsa buraya kadar gelmiştim, içini açsam nolurdu ki? Böyle diyerek zarfı açtım. İçinden şaşılacak şekilde büyük, katlanmış, kalın bir kağıt çıktı. Yine bej rengiydi. Yazılar siyah mürekkeple kalınca yazılmıştı.


Sayın Tawannanna,


Uzun zamandır sizi takip ediyor, Uzakdoğu' ya olan ilginizi biliyoruz. Bir süredir bu ortamlardan uzak kaldığınızın da farkındayız. Buna rağmen, daha önce canlı izlediğiniz futbol müsabakalarına ve bir dostunuzun referansına dayanarak sizi  Adamızda düzenleyecek olduğumuz futbol turnuvasına davet ediyor, bu turnuvada sizi aramızda görmekten mutlu olacağımızı bildirmek istiyoruz. Bu özel davetimizi olumlu bir şekilde değerlendireceğinize inanıyoruz.


Detaylar alt bölümde sırasıyla iletilmiştir.

Saygılar,


Ada Komitesi adına Ada Lideri




İçimden Thor' un çekici adına diye haykırdım. Bu neydi şimdi? Siz kimsiniz, Ada neresi? Oldukça şaşkındım. Aynı zamanda birilerinin bana feci bir oyun oynadığını düşünüyordum ama böyle bir oyun oynayabilecek kimseler yoktu. Devamını okumaya başladım.



Eğer Adamızda gerçekleşecek turnuvaya davette belirtildiği üzere bir seyirci olarak katılmayı diliyorsanız bu gece saat 00.30' da balkonunuzda hazır bulunun. Ada Komitemiz tarafından balkonunuzdan aldırılacaksınız.


Neremle güleceğimi bilemedim. Yöntem neydi? Işınlama?



Not: Bunu akıl etmeyeceğinizi düşünerek belirtmek istedik. Balkonda sap gibi beklemeyin. Lütfen üzerinizde montunuz, bereniz ve atkınız bulunsun. Sizin oralarda havalar soğuk. Hasta seyirciler turnuvada görmek isteyeceğimiz son kişilerdir. Adamızda sağlık sigortası geçerli değildir.



Bu nottaki üslup bir anda beni çok sinirlendirmişti. Tiplere bak sen! diye düşündüm ama içimdeki iyilik meleği böyle keskin bir üslubun şaşırmış bir insan üzerinde etkili olacağını ve önlem almaya teşvik edici olduğunu bu yüzden bu Adalı tiplere sinirlenmemem gerektiğini fısıldadı.


Okumaya devam ettim.



Not 2: Bu davet gizlidir ve davetiye siz içindeki bilgileri sindirdikten sonra kendini yok edecektir. Sindirdiniz mi?


"Lan, yaprağa bak" diye hönkürdedim içimden. Nesini sindireceğim ben bunun? Saçmalığı bir kenara sanki çok büyük bilgiler var içinde diye içimde kaynar sular fokurduyordu. Kağıda nanik yaptıktan sonra bir alt sıraya geçtim.


Sindirdiniz mi?

Kendime sabırlar diledim. Artık bu iş çok uzamıştı. "Heee, evet dedim" seslice. Davetiye bir anda küle dönmeye başladı ve saniyeler içinde ne kendisi ne de kalıntıları yoktu.


Dondum kaldım. Ne kadar süre olduğunu bilmiyorum ama bir süre ellerim zarfı tutar pozisyonda öylece kaldım. Sonra acaba fatura hala cebimde mi  diye merak edip faturayı kontrol ettim. Korku artık beni eli geçirmişti, tüm soğukkanlı tavrım yok olmuştu. Son sürat apartmandan çıktım ve kendimi karların üzerine attım.

9 Kasım 2016 Çarşamba

Tawannanna ve 9 Yaş




Dün itibariyle bu blog yani Tawannanna 9 yaşından gün almaya başlıyor. Daha doğrusu 8. yılını tamamlamış oluyor sanırım. Soranlara 8 yaşındayım diyecek :P (Yaşları yuvarlamak ^^) Aslına bakarsanız doğum günü dündü yani 8 Kasım' dı ancak yoğunluktan kutlamaya fırsat kalmadı.  Hazır fırsat bulmuşken  Tawannanna' nın doğum gününü kutlayalım.





Müziksiz olmaz diyorum ve bu kutlama için seçtiğim parçalardan ilki olan Mayday - Party Animal' ı sunuyorum. Eee, madem doğum günü; parti,parti,parti... (Klip tam oturdu sanki ^^) Parça grubun Haziran'da yayınlanan single' ından.








Bu vesile ile bir önceki doğum gününden bu güne en çok okunanlar ile en az okunanlara da bir göz atalım....


Müziksiz olmaz demiştim değil mi? Biraz yavaşlayalım öyleyse... Kore'den gelsin.






8 Kasım 2015 - 9 Kasım 2016 arasında en çok okunan yazılar şunlarmış;


1 - Dragon Blade - Bir Film ve İpek Yolu


Alkışlar Dragon Blade' e. En çok okunan yazı olmuş kendisi, ben de şaşkınım. Jackie Chan ile filme konu olan kitabın yer aldığı bu yazıyı tebrik ediyorum.



2 - The Legend Of Qin (Qin's Moon): C-Drama - İlk 10 Bölüm


Ohhh, bu dizi yazısına cidden şaşırdım. Henüz 20 bölümden ileri gidemedim ama zamanla bitireceğim. İlerlemememin bir diğer nedeni ise önce animenin 5. sezonunu görmek istemem.


3 - Akagami no Shirayuki - hime (Anime): Kırmızı Saçlı Pamuk Prenses - Birinci Sezon 


Çok tatlı bir anime, ikinci sezonu da güzel. Bu sene içindeki en popüler anime yazısı olmuş.


4 - Kitap - Birim 701: Rüzgarı Dinleyenler (Mai Jia) 

İlginç bir şekilde bir kitap yorumunun buraya girmesi hoş oldu.


5 - Üç Elma Mimi

Bu mimin ne koşullarda hazırlandığı içinde yazıyor. Tam o esnada ben evden uzak yerlerdeydim, bağlantım sınırlıydı. Yapan herkesin eline sağlık.


Doğum günü şerefine :) Benim için bir klasik. Çok seviyorum; Luna Sea - Rosier






Burası ve ben kendi halimizde devam ediyoruz bunca zamandır. Ne kadar başarılı olduğumu anlayın. Bu nedenle burada  artık  ben ve kısıtlı sayıdaki takipçi -şu anda aklıma geldi - butik blog olarak takılıyoruz. Her ne kadar parlak olmayan bir performans sergiliyor olsam da takip eden, yazıları okuyan herkese teşekkür ederim. Hele bazen yorum bırakıyorsunuz, çok mutlu oluyorum.






Bir yıl içinde en az okunan yazılar şunlar olmuş;

1 - Servamp  (En az okunan)

Şaşırtıcı ölçüde az ilgilenen olmuş Servamp ile. Yazı süper, harika ya da iyi değil, biliyorum ama Servamp' a da ilgi yok sanki ya da var ? Bilemiyorum.


2 - Ace of Diamond (Diamond no Ace) Anime: Birinci Sezon

Bunu  en son eklenen yazı olmasına veriyorum.


3 - Çince Müzik 2015 - En İyi 20 (2)

Serinin  ikinci yazısı pek tutmamış.


4 - Ushio to Tora (2015) Anime

İkinci sezonu ne yapacak acaba?


5 - 3 Adet Aamir Khan Filmi: Hint Sineması 

Bu yazı da en az  okunanlardan...



Son zamanlarda (bayağıdır) severek takip ettiğim bir grup Hanggai, sizlere de tavsiye ederim. Parçalarını dinledikçe ne tarz müzik yaptıklarını anlayacaksınız. Son albümleri Horse of Colors yine güzel. Bu parça oradan -The Vast Grassland







Çok fazla yazı eklemesem de bloğa, uzun zaman olmuş. Yine de bloğu ilk açtığım günü hatırlıyorum. Bana epey faydası dokunmuştu. Burası her ne kadar pek sallanan bir yer olmasa da kendimce çalıp oynuyor, eğlenmek için bir şeyler paylaşıyorum, halimden çok mutsuz değilim ama dediğim gibi uzun zaman olmuş. Ara sıra bloğu kapatmayı düşünüyorum son zamanlarda. Çeşitli sorular zaman zaman planlar var kafamda ancak bakmayın bu istikrara aslında çok tembel bir insanım.( Yine de önerisi olan var mı?) Neyse ama sanırım bu kapatma kararını gelecek seneye bırakacağım.


Ve doğum gününün son parçası. Bir ayrıcalık yaptım ama değer ^^










5 Kasım 2016 Cumartesi

Ace Of Diamond (Diamond no Ace) - Anime: Birinci Sezon





 Ace of Diamond ya da Diamond no Ace,  Yuji Terajima' nın mangası. 2013 yılında anime olarak gösterilmeye başlıyor. Birinci sezonu 75 bölüm. Evet, tam 75 bölüm ancak 75 bölüm göze fazla gelmesin, insan daha da fazlasını istiyor. Ace of Diamond, beyzbol içerikli bir shounen anime-manga.



Dünya üzerinde en uzak olduğum spor dallarından bir tanesi beyzbol. Gerçi çok bilinçsiz de sayılmam. Anladığım kadarıyla  şimdiye kadar izlediğim dizi ve filmlerden oluşturduğum bir bilgi birikimim var. Bir atıcı var, topları atıyor. Vurucular var, ellerindeki sopalarla gelen toplara vurmaya çalışıyor. Yakalayıcılar var, genelde çömelmiş vaziyette vurucunun arkasında yer alıyorlar. Vurucu atılan topa vuramazsa yakalamak zorundalar. En arkadaki amca bir nevi hakem, topun çizgiler içinde gelip gelmediğini, atışın düzgün olup olmadığını, vurucunun hareket edip etmediğini kontrol edip karar veriyor. "Base" ler var, burada işte takımlar belirli şartlar altında koşular yaparak sayı almaya çalışırken, defans ise topları gerekli şartlar içinde toplayıp bu baselere zamanında geri döndürmeye çalışıyor. Ha, bir de "home-run"' ı biliyordum filmlerden. Atıcı topu atıyor, karşı takımın vurucusu allah ne verdiyse vuruyor, top sahanın dışına uçuyor. Bu arada koşular tamamlanıyor. Atıcı için kötü bir deneyim, vurucu için klas bir olay.




(Ace of Diamond ost' undan bir kuple. En sevdiklerimden)




Neyse işte, (yine fena değilmişim) yine de   beyzbol sevmem, dahası bir maç izlemişliğim bile yoktur. Buna rağmen son zamanlarda "Ace of Diamond izle!" baskına aşırı derecede maruz kalmaktaydım. Her iki sezonun bölümleri dvd şeklinde elime verildiğinde artık itiraz edecek, ayak direyecek halim kalmamıştı. Uzun bir seyahatten sonra eve dönünce izlemek üzere tam oturacaktım ki hayat şartları izin vermedi. Hayat, hasta halimle yolculuktan dönmüşken önüme bir iki konu çıkarıp iyice moralimi bozdu. Bu duruma  elimdeki Ace Of Diamond dvd'lerini sallayarak karşılık verdim ve bir iki gün gecikmeli olarak ilk bölümü izledim. Aslında ilk bölümden beklentim yoktu. Daha doğrusu vardı ve olumsuzdu. İlk bölümde sıkılırım ve daha sonra izlemek için bırakırım ve eğer ileride hatırlarsam yüz yıl içinde bitiririm gibi beklentiler içindeyken ilk bölüm renkli, hafif ve eğlenceli gelmesi nedeniyle ilgimi çekti.



Benim "İlk iki bölümde çok ofladım pufladım ama iyi ki devam etmişim, sonrası güzel geldi" olayım sıklıkla yaşanır gerçi ancak Ace of Diamond değişik bir şekilde daha ilk bölümde sardı. Kafamda kara bulutların dolaştığı bir zamana denk gelmiş  olması da etkilemiş olabilir bakışımı.




                                                                  (Sawamura)

Ana karakterimiz Sawamura Eijun. (Osaka Ryota) Beyzbola gönül vermiş bir genç. Ortaokulda, sınıf arkadaşlarıyla takım şeklinde takılmakta ve turnuvalarda kaybetmekteler. Sawamura yine de bir şekilde bir lisenin ilgisini çekiyor ve oradan bir teklif alıyor. Bir süreçten sonra bu liseye geliyor.
Bu lise Seido. Beyzbolda bilinen liselerden biri. Biraz acımasız görünen bir sistemi var. Yaklaşık 100 kadar kişi yer alıyor takımda. Asıl ve ikinci takıma çok az insan seçilebiliyor. Doğal olarak bazı öğrencilerin mezun olana kadar maça çıkma, oynama şansı olmuyor. Rekabet yüksek.



Neyse işte, dediğim gibi beyzbol odaklı bir shounen. Olaylar gelişiyor, karakterler renkleniyor, atmosfer animenin ve kurgunun istediği biçimde değişiyor; komik, gergin, heyecanlı, gevşek vs...





Anime analizi yapacak değilim, istesem de beceremem ancak Ace of Diamond' u bu derece  keyifli, sürükleyici yapan öğeler  nedir diye şöyle bir düşününce ilk aklıma gelen noktalar şunlar. Klasik shounen öğelerini kurguya ve mekana güzel yedirmiş. En iyisi olmak isteyen bir karakterin yanında O'nun gibi pek çok karakter daha. Bu karakter yani  Sawamura (Osaka Ryota) oldukça eğlenceli bir karakter. Bunun yanında yan karakterler, üç yıllıklardan takımdaki diğer yenilere oradan  rakip takımlara,  renkli ve kendine has özellikleri  olması ve bunlardan pek çok bulunması. Atmosferi dozunda ve akıllıca vermesi. Lise beyzbolunun ( yani böyle söyleyince komik geliyor ama ciddi ciddi böyle bir tanım kullanılıyor. Yani biz alışkın değiliz lisede okul takımlarını ciddiye almaya) acımasız tarafı (aslında beyzbol özelinden daha genele yayın bunu), turnuvanın zorluğu ve tüm maçların kazan ya da kaybet tarzında olması (arkada verilen emek, hedefler ve daha bir çok şeyin üzerine) gerilim dozunu arttırıyor. Ve daha bir sürü...



Tüm bunların üzerine animede bir değer daha var aslında, sonlara doğru daha çok üzerinde duruluyor. Tüm bu sistemin içinde animedeki koçun duruşu ve takıma bakış açısı.




(Bunu da çok seviyorum)



Bundan sonrası animeyi izlememiş olanlar için sakıncalı mı bilemiyorum ama ben biraz karakterler üzerinden geyik yapacağım.



Öncelikle bu sezonda animede yer alan üç yıllıklar...  Hepsi ayrı ayrı iyi ve hoş elemanlar. Maçlarda değil ama özellikle final bölümünde bu elemanların sahipleniciliği, vefakarlığı, kendilerine has iletişim şekilleri ve yeni bir döneme başlayacak olmaları beni etkilemiş olabilir ve bu nedenle gözlerim yaşarmış olabilir ^^  Söylemeden edemeyeceğim, animenin son bölümünü çok hoş, kendi içinde etkileyici ve tatlı bir şekilde ikinci sezona bağlamışlar.




                                                      (Bu senpailer sevilmez mi?)

Yuuki ( Yoshimasa Hosoya) gibi bir kaptanı takımında  kim istemez şimdi? Kendini geliştiren, sorumluluk alan, önderlik eden bir kaptan her takım için iyidir. Oldukça da karizmatik olduğunu es geçemeyeceğim ^^


Isashiki Jun (Ono Yuuki ) : Maçlardaki agresif tutumu, konuşma tarzı, çoğunlukla gergin duruşu ve daha bir sürü...




Özellikle son bölümlerde kendini aşarak inanılmaz bir renk getirdiğini düşünüyorum. Hastasıyım :)




Ryousuke (Okanoto Nobuhiko) : Harucchi' nin abisi bu eleman süper olmak ile birlikte özellikle sakin ses tonuna ve yüzündeki gülümsemeye hastayım.


Tanba (Masakazu Morita) bir ace olabilir mi bilemem ama geniş yürekli olduğu kesin.



Chris Takigawa (Daisuke Namikawa). Bu elemanın olgunluğu da az bulunur dereceden. Chris senpai' yi sevmemek mümkün değil. Sawamura ile ilişkileri göz yaşartıcı.




Kısık ve sakin sesi ile kulaklarda yer ederken sesinin çatladığı an bir kahkaha yaratıyor.




Sonlarda Sawamura' nın yanına geldiği an Sawamura gibi benim de ağzım kepçe oldu.


Bunlar ve adını anmadığım diğer tüm üç yıllıklar can....



Miyuki Kazuya (Takahiro Sakurai): Anime içindeki tüm karakterleri ayrı ayrı sevsem, bağrıma bassam da serideki favori karakterim Miyuki.




Hatta bazen endişeleniyorum bir fan-girl' e döneceğim diye. Herkesi idare edebilmek aynı zamanda hesap yapmak zor iş. İkinci yılında olanlardan biri olan Miyuki' yi sevin, candır. Daha da fazla bir şey yazamayacağım ^^






Kuramochi Youchi ( Shintaro Asanuma): Animenin en eğlenceli karakterlerinden bir tanesi.


Furuya (Nobunaga Shimazaki), Sawamura ile birlikte birinci yılında olan ve asıl takımda oynama hakkını kazanan atıcılardan biri. Sawamura ile hem bu sezonda hem de ileride ace olabilmek için kapışacaklar. En sevdiğim yanı tepkisizliği ve duygusuzluğu veya daha doğru şekliyle dışa vurumsuzluğu. Gerçi bir maçtan önce senpailerine gösterdiği yaklaşım daha bir sevimli kılmıştı kendisini.



(Kaçmak istedikleri bir konu olunca Furuya ve Sawamura böyle davranıyor)


Sawamura hakkında bir şey yazamayacağım ama izleseniz seversiniz :))

Bunlar dışında çok renkli elemanlara sahip Seido Takımı. Takım dışında rakipleri de bir o kadar eğlenceli ve kendilerine has karakterler. Mesela;


Todoroki Raichi (Ono Kensho) : Bu elemana hastayım. Delice gülüşüne, saçtığı alevlere (serinin en eğlenceli kısımlarından bir tanesi karakterlerin alev, aura falan saçması. O kadar doğal ki "o auranı yok et" falan diyorlar birbirlerine) , oyuna olan sevgisine bayılıyorum. Biraz sosyal anlamda sıkıntıları var ama bunun nedeni ne yazık ki babası.




Sanada (Kamiya Hiroshi), Todoroki' nin takım arkadaşı. Doğal ace olmasının yanında Kamiya Hiroshi  nedeniyle de kazanıyor (benim açımdan). Karizmatik şimdi, inkar etmeyelim.


You Shunshin (Kaito Ishikawa) Japonya' da lise beyzbolu oynayabilmek için kalkmış taaaa Tayvan' dan buraya gelmiş. Ardındaki motivasyon her ne kadar bir nedenselliğe dayandırılmış olsa bile benim kavrayabilmem mümkün değil. Yine de seriye bir renk kattığı muhakkak. Kendisi, Miyuki' nin doğal takım eşi, ben demiyorum kendileri diyor.


Narumiya Mei ( Yuki Kaji ) sanırım seri içerisinde (birinci sezon)  en az sevdiğim karakter. Karakterin arka planı, geçmişi güzelce işlense dahi bir türlü ısınamadım kendisine ama bir Harada' yı severim. Bu ikisinin muhabbetleri de en az bir Kuramachi- Sawamura eşiğinde, oldukça keyifli.


Özellikle bu spor animelerinde takım menajerlerine pek bir anlam veremiyorum. Hani klüp başkanı vs... tamam da tedarik sağla, forma yıka, perde as falan işlerle uğraşmak için niye bu kadar gönüllü oluyorlar anlayamıyorum. Bu animede, menajer dörtlünün içinde maçlarda kendini kaybeden, gözleri değişen ve çılgınca bağıran kız açık ara favorim. Beni çok eğlendirdi. En az maçlardan sonra sıraya geçen takımını çizginin tam üzerinde tutmaya çalışan ve delice bağıran Eijun kadar eğlenceliydi.



Anime esnasında güldüğüm, eğlendiğim o kadar çok nokta ve karakter var ki hangisini sayayım bilemiyorum. Yine o kadar kaptırmışım ki zaman zaman gerildiğim ya da duygulandığım noktalar da oldu. Bu animenin başarısı bana kalırsa,  anlamadığım bir spor dalında, bazen klişeler içinde yüzse dahi, anlayamayacağım noktaları içerse de (Tayvan'dan beyzbol oynamak için gelmek, menajerlik) büyük bir merak ve akıcılık ve beğeniyle bana kendisini izletmesidir.(Benim açımdan)



Beyzboldan anlamıyorum ya da sarmaz diye endişelenmeye gerek yok. Garanti ederim oldukça sarıyor. Anime içerisinde anlamayanlar için açıklamada bulunan, kuralları çaktırmadan açıklayan, içinde bulunulan durumu anlatan pek çok karakter mevcut. Bunlar içerisinde özellikle uzun boylu gazeteci kız tam benim gibiler için. Yanındaki diğer kıdemli gazeteci ile konuşmalarından kendisinin de beyzboldan pek çakmadığını anlıyoruz ve bizim gibiler için gereksiz soruları kendisi bu gazeteci beye sorarak öğrenmemizi sağlıyor.


Ace of Diamond' un ost' u oldukça güzel. Bunun yanında, açılış parçalarından sonuncusu Glay' den... Bu daha da güzelleştiriyor herşeyi. Teru' nun sesi hemen belli ediyor kendini zaten.


Animeleri güncel izlemeyi sevmiyorum. Mümkün olduğunca bölümler biriktikten ya da seri tamamlandıktan sonra izlemeyi tercih ediyorum çünkü her hafta bir bölüm beni kesmiyor. Ace of Diamond' u her ne kadar bir oturuşta izlemiş olsam da en kötü yanı olarak söyleyebileceğim nokta bu. Bu seri gerçekten haftalık bir bölüm olarak izlenmezmiş.

Sıkıntılı bir zamanıma denk gelmesi nedeniyle de artık gönül bağım bulunan Ace of Diamond' ı ben çok beğendim. Şimdi 2. sezona başlamak için izninizle ayrılıyorum...




(Glay için ne denir zaten? Açılış parçası Hashire!Mirai)








30 Ekim 2016 Pazar

Train to Busan (Kore Filmi): Uhhhhh Zombiler





Bir süredir Train to Busan' ın  adını çok duyuyordum ancak içinde Gong Yoo' nun bulunması  dışında filme dair bir bilgim yoktu. Hasta ve ateşli olduğum bir gün, evde de yalnızken bir bakayım nasılmış film dedim ve anladım ki zombi filmi. Gözlerimden kalpler fışkırdı. Tüm hastalığıma ve halsizliğime rağmen sinema ortamımı kurup başladım izlemeye.2016 yapımı Kore filmi olan Train to Busan' ın yönetmeni Yeon Sang-ho. Filmde Gong Yoo, Kim Soo-Ahn, Ma Dong-Seok, Jung Yu-Mi, Choi Woo-Sik  gibi isimler yer alıyor.



Seok-Woo, işkolik sayılabilecek (ve hayatta çalışmayı düşünmeyeceğim sektörlerden birinde çalışan), benmerkezci, boşanmış bir adam. İşine düşkünlüğü nedeniyle 9 yaşındaki kızı ile bağı pek kuvvetli değil. Yani kızı komple unutmuş değil,ilginçtir doğum gününü falan hatırlıyor ama gidip  daha önce aldığı hediyeyi fark etmeden tekrar alıyor falan... ( Hep fazla çalışmaktan beyin ambalesi olmanın sonuçları işte)  Etrafından gelen "Bir kere de şu çocuğa verdiğin sözü tut" baskılarının altında kalarak (nihayet) çocuğun doğum gününde, kızını annesinin yanına yalnız göndermek yerine kızı ile birlikte Busan trenine biniyor. Bundan kısa bir süre önce Seul' de virüs yayılmaya başlıyor.(Buradan tüm ülkeye yayılacak) Seok-Woo ve Kim Soo-Ahn, trene bindiklerinde Seul' ün içine düştüğü kaostan bihaberler. Onlar trende zombilerle tanışıp hayatta kalma mücadelesi verecekler ve bu esnada olayın vahametini anlayacaklar, izleyenler gibi.



Train to Busan' ı beğenme seviyeniz ne beklediğinize bağlı olarak değişecektir muhtemelen. Şahsen benim bir beklentim yoktu, aksiyon olsun, zombiler zıplasın istiyordum, dileklerim gerçekleşti. Zaman zaman gerildim. Bu artık ateşimin yüksek oluşundan ya da yaşlanmış olmamdan da kaynaklanıyor olabilir. Geyik bir tarafa, film aksiyon ve gerilim açısından başarılı. Ağırlıklı olarak trende geçmesine rağmen aksiyon koreografileri ve görüntüler kendini izletiyor. Bu arada zombi kardeşlerim oldukça çevik ve atik, filme bir neşe ve hareket katıyorlar.



Türe yeni bir soluk getirsin falan diye bir beklentiniz varsa, aradığınız numara bu değil. Film görsel olarak başarılı ancak "alın sevgili izleyiciler, size yeni bir soluk veriyorum,pöhhhhh" demiyor. Belki diyebiliriz ki biraz daha insan/insanlık  üzerine odaklı. Kriz durumlarında kim gerçek kişiliğini bulur, toplum nasıl tepki verir vs.. gibi.



Filmde oyunculuklar iyi. Karakterler pek fazla gelişip, evrilmese de - Seok Woo' da bu biraz var -      ( bir buçuk saat içinde mümkün gözükmüyor) aralarındaki ilişkiler dinamiği hareket getiriyor.
Ben filmi beğendim. Kendi alanında gayet başarılı bir yapım olmuş. Özellikle aksiyon, gerilim ve etrafa saçılan, sıçrayan  zombiler istiyorsanız  kaçırmayın derim.



Biraz konu dışı ama tren demişken aklıma geldi. Geçenlerde (dediğim bir iki ay önce) hiç hesapta yokken kendimi İç Anadolu Bölgesinde buldum. Orada toplandığımız ekibin kararıyla bir fantezi yaparak Konya' ya gidelim dedik. Bu kararı desteklememdeki en büyük neden Konya' nın bir zamanlar İpek Yolu üzerinde yer almış olmasıydı. Bir İpek Yolu sevdalısı olarak beni cezbetmişti bu öneri Mevlana Türbesi ile birlikte.


Bu sayede Ankara-Konya yüksek hızlı trenine binme şansım oldu. Bu tren ve benzerleri yüksek  hızlı tren olarak geçiyor günlük yaşamda ancak aslında bunlar hızlandırılmış trenler . Neyse , filmi izlerken keşke bu tren deneyiminden önce izleseymişim diye hayıflandım.


Giderken ne yazık ki aynı vagonda bulunduğumuz çeneleri ve bağırtıları hiç bitmeyen üç çocuğun      ( çocuklara lafım yok, sonuçta çocuktur ama görgüsüzce ve şımarıkça bu çocukların böğürtüsünü yüreklendiren ana-babalara çok lafım var. Herkes çocuk yapmasın!) gürültüsünü kafamda bastırabilmek için çeşitli facia senaryoları kurarken, zombi aksiyonunu atlamışım. Film bu konuda bana faydalı olurdu.


Bu yolculuğa değinme sebebim aslında bir amme hizmeti yapmak. Trende dağıtılan yani satın alınan çaydan bahsetmek. Ben görmemiş olduğum için paylaşayım dedim.







Sabahın köründe yola koyulduğumuz için delicesine  çay içmek istiyorduk ancak trende çay servisi yapılmadı.  Konya'ya varmaya bir yarım saat kala çay dağıtımı başladı, teknik bir sıkıntı vardı herhalde. Neyse, masa çevresi koltuklarımızda  servis edilen çayı aldık ama dördümüzün de elleri titriyordu zira tek amacımız trenden inmeden çayı içebilmek ve ambale olmuş beynimizi diriltebilmekti. Varmadan içmek istemenin telaşesi ile  ben daha üst ambalajla boğuşuyordum ki bir baktım yanımdakiler gri bir ambalaja geçmişler, çırpınıyorlar açmak için. Onlarla ilgilenmedim, derken beyaz poşeti yırtabildim. Ben daha ilk seviyeyi geçmişken yanımda bir süredir debelenmiş olan arkadaşım artık daha fazla dayanamadı, servis hizmetlisine "Bunu nasıl açacağım, açamıyorum" diye sordu. Eleman nezaketini ve tavrını hiç bozmadan "Bunu sadece sıcak suya koyuyorsunuz"dedi ve sıcak su dolu bardağın içine çubuğu koydu. O esnada dördümüz de bir iki saniyeliğine  büyük bir aydınlanma ile büyülenmişcesine çubuğun içinden sıcak suya doğru yayılan kahverengi çaya baktık ve kahkahalara boğulduk. (Muhtemelen etraftakiler de boğuldu ya da kıs kıs güldü) Teşekkürler tren, teşekkürler arkadaşlarımın sabah mahmurluğundan üzerindeki delikleri farkedemediği çubuk şeklindeki çay, sayende ayılmış olduk.


Günü geçirdik, akşam oradan kurtulacak olmanın mutluluğu ve telaşesi ile dönüş trenine bindik, yine masa etrafında yerimizi aldık. Dönüş yolculuğunun yıldızı, benim açımdan, annesinin kucağından etrafa deli bakışlar saçan, kabak kafalı, yüzündeki gülümseme hiç eksilmeyen bir yaşlarındaki bebek ve ablasıydı. Çocukların gıkı çıkmadı, anneleri de gayet güzel idare etti çocukları. Uzaktan çok takdir ettim. Abla olanı ayrıca tam benim kafadandı. Sincan' a yaklaşmamışken yani daha yarım saat varken trende anons başladı. "Trenimiz Sincan' a yaklaşmaktadır, inecek yolcular lütfen yerlerinizi alın" Beşinci tekrardan sonra kız; "Anne Sincan ne demek?" diye sorarak beni güldürdü. O esnada ben gözlerim kapalı uyuma numarası yapıyordum. Yani bir değil iki değil. İki dakikada bir aynı anonsu geçiyorlar. Delirme noktasına gelmiştim. "Trenimiz Sincan' a yaklaşmaktadır, lütfen yerlerinizi alın" şeklindeki 200. anons yapıldığında kız "Hani gelmiştttiiiiikkk!" diyerek kızgınlıkla haykırarak benim de isyanımı yansıttı sağ olsun. Çok takdir ettim.



Bu yolculukla filmi bağlarsam eğer,  şuna karar verdim ki bu güzergahta seyahat ederken etraftan sıkıldığım için ya uyukluyorum ya da gözlerim kapalı oluyor. Bu durumda bir zombi saldırısından kurtulma imkanım yok, hatta "noluyor yaaaa" derken zombiye ilk dönüşecek olanlardan biri benim.


Diğer bir nokta,  eğer bu hatta bir zombi tehdidi olursa kaçarınız yok arkadaşlar. Filmde adamlar, telefonlarının artık gps' inden ya da farklı bir uygulamadan  falan kaç kilometre sonra  sonra tünel var, tünel süresi kaç dakika vs... detayları  görüp ona göre hareket ediyorlar çünkü zombilerin karanlıkta hareket etmediklerini farkettiler. Diyelim ki benzer zombiler bu trene saldırdı;  Öncelikle bizim elimizde böyle bir teknoloji var mı, bilmiyorum. Diyelim ki elimizde böyle bir teknoloji var. Bu durumda üç nokta var;

1- Kendi açımdan ben telefonu açıp bakana kadar destinasyona varırız çünkü telefon çok takılıyor. Zaten bu süreç içinde ben sıkılıp telefonu cama fırlatırım. Ben ilk zombi olacaklardanım gerçi, hiçbir şekilde kurtuluşum yok. Siz kendinizi kurtarın.


2 - Diyelim ki teknoloji/uygulama var, mesafeler ve zamanlama  tutmayacaktır, iddiaya giriyorum çünkü bu trenler dakik değil. Verilerde mutlaka hata olacaktır. Tam "hadi tünele giriyoruz, bir , iki, üç"  diye saydınız ve ortaya atladınız, zombilerle selamlaştınız daha tünele 100 metre var. Eminim zombiler de size acıyacak ve "biz de bu topraklardanız yiğenim, acını anlarız" diyeceklerdir


3 - Böyle bir teknoloji olsa ve her şey mükemmel çalışıyor olsa  bile bu hatta hapı yuttunuz çünkü tünel falan yok ahahaha. Yanlış hatırlıyorsam düzeltin (dediğim gibi uyukladım çoğunlukla) ama düz ovada gidiyoruz.


Ha bak vampir saldırısı olsa emniyetteyiz çünkü böyle güneş içinde, ışık içinde seyahat ediyoruz.


Sonuç olarak bu yazıdan ne çıkarıyoruz;

1 - Train to Busan,  atletik ve çevik zombi görmek isteyenler için ideal.


2 - Ebeveynler, çocuklarınızı düzgün yetiştirin. Herkes çocuklarınızın (ve aslında  daha çok sizlerin) şımarıklığını çekmek zorunda değil, önce kendiniz saygıyı öğrenin sonra bunu çocuklara öğretin. İki farklı ebeveyn türünden bahsettim, farkları çok açık.


3 - Sallama çaylar çeşit çeşittir, elinizdekini iyi inceleyin.


4 - Her ne olursa olsun raylı sistemler önemli bir ulaşım/ulaştırma modudur. İşlevsel olmalı ve çoğaltılmalıdır. (Akıllı ve planlıca)

20 Ekim 2016 Perşembe

SERVAMP: Anime







2016 animelerinden Servamp,  12 bölüm. Kolay izlenen, bir oturuşta  biten animelerden.


Vampirlerle ilgili olan bu animede ana karakterimiz Mahiru (Terashima Takuma) 15 yaşında bir velet. İlginç bir hayat mottosuna sahip olan Mahiru kardeş, günün birinde okuldan eve dönerken yolda bulduğu minik, siyah bir kediye acıyarak onu evine götürüyor. Sonradan anlaşılıyor ki bu kedicik aslında bir vampir. Şehirde ağırlığını hissettirmekte olan başka bir vampir olan melankolik Tsubaki ile de yolları kesişiyor. Bu sayede olaylar gelişirken, farklı karakterler hikayeye dahil oluyor...








"Servamp" kelimesi, hizmet eden vampir'in kısaltması olarak kullanılıyor. Bu servamp'lar bir insan ile kontrat yaparak onun hizmetine giriyor ve sözünden çıkmıyor. Söylediklerine göre bunların sayısı sınırlı. Şöyle bir bilinen ya da dillendirilen olayları, durumları da düşünerek bence bir tahmin yürütün kaç tane servamp olabilir diye ? ^^ (Animede bunun için ipucu mevcut zaten, isimleri içinde. ) Servamp' ın kontrat yaptığı insana da Eve deniliyor.



Kuro (Kaji Yuki), Mahiru' nun servamp' ı olarak takdire şayan bir kişiliğe sahip. Tembelliğini, uyku severliğini, çoğu zaman genişliğini ve hatta uyuzluğunu takdir etmemek elde değil.


Mahiru, işte ana karakterden bekleyeceğiniz şekilde konuşan, sevgisiyle rakiplerini alt eden biri. (Seni sevgimle döverim hahaha...)




(İletişim içindeler. Licht&Hyde)



Her ne kadar animenin ana karakteri Mahiru olsa da Eve'ler içerisinde Licht (Nobunaga Shimazaki), tüm o melek geyiklerine rağmen parlayarak rol çalıyor. (en azından benim için) Eleman,  bir nevi serinin ana karakteri modunda takılıyor. En az kendisi kadar servamp' ı Hyde' a kendi halinde takılıyor. Sanatsever, özelinde tiyatro tutkunu özellikle Shakespeare' den alıntılarıyla animede boy gösteren Hyde' ın (Ryouhei Kimura)  Licht için yaptığı "cool, cool, cool" yorumlarına katılmamak elde değil.



(Hyde kardeş yine tek kişilik sunumunda)





12 bölüm içerisinde servampların hepsini göremiyoruz yani görüyoruz ama ana aksiyonda 4 ya da 5 tanesi yer alıyor. Bunun dışında elimizde bir de Tsubaki (Suzuki Tatsuhisa ) var.  Kendi ekibi ile birlikte aksiyonu yaratıyorlar.


Servamp' ın açılış parçası OLDCODEX' den "Deal With".




Servamp kolay izlenen, şirin, dert/tasa yaratmayan, izlemesi keyifli bir anime. Tüm bu nedenlerden dolayı bir oturuşta izlenebileceklerden.


2 Ekim 2016 Pazar

3 ADET AAMIR KHAN FİLMİ: Hint Sineması





Son bayram tatili, son yıllara nazaran iyi ve hoş geçti. Bunda  bayramdan önce bulunduğum yerden kaçmamın ve bir süreliğine olsa da hava değiştirmemin etkisi oldu. Hoş sohbetler, güzel zamanlar geçirdim bu sayede. Tüm bunlara rağmen bu tatilin kazananı kimdi diye bana soracak olursanız, benim açımdan Aamir Khan' dı diyebilirim.



Tamamen tesadüfler silsilesi sonucu üç günde üç adet Aamir Khan filmi izlemiş oldum. Üç film yetmezmiş gibi üzerine bir de 4. gün,  alakasız bir yerde, oturduğum masada önüme  bir adet kitap geldi. Bildiğiniz şak diye önüme kondu!  Hayat bazen gerçekten ilginç olabiliyor.




Eskinin Bollywood severi olan ben,  doğruyu söylemek gerekirse uzun ama uzun zamandır Hint filmlerini takip etmiyordum. Gerçi son yıllarda (son dediğime bakmayın, uzunca bir süredir ) ne yaptığımı ben bile bilmiyorum!  İlk akşam biraz çekingence sorulan "hadi Aamir Khan' ın filmini izleyelim?"  önerisine de her zamanki gibi ne büyük bir istek ne de bir isteksizlikle "olur" cevabını vermiştim ancak devamı güzel geldi.



Muhtemelen çoğunluğun izlediği bu filmleri yazmamın nedeni bu rastlantılar ve bunların zihnimde açtığı sonuçlar. İzleme sırası şu şekilde gerçekleşti; (Her ne kadar başlığı Aamir Khan filmleri olarak atmış olsam da, üç filmden ikisinin yönetmeni Rajkumar Hirani)



1 - P.K 


2014 yapımı P.K' in  yönetmeni Rajkumar Hirani. Filmde Aamir Khan, Anushka Sharma, Boman Irani, Sushant Singh Rajput, Sanjay Dutt gibi isimler yer alıyor.



Dünyayı keşif için gelen bir uzaylı, daha ilk dakikada gemisini geri çağırmasını sağlayan  bir kontrol paneli olan kolyesini bir hırsıza kaptırıyor. Bundan sonra evine dönebilmek adına bu kolyeyi aramaya başlıyor ve "Tanrı" kavramı ile tanışıyor. Tanrı' dan kolyesini geri vermesini dilerken aynı zamanda dünyayı, Hindistan' ı ve insanları da tanımaya başlıyor. Jaggu ile tanıştıktan sonra sorularını seslendiriyor.


Doğruyu söylemek gerekirse filmi izlerken ve izledikten sonra oldukça şaşırdım. Hindistan gibi toprakları üzerinde pek çok farklı inancı barındıran ve bunlar hakkında konuşmanın neredeyse tabu sayıldığı  bir ülkeden bu tarz bir film çıkması beni şaşırttı diyebilirim. Dediğim gibi Hint sineması ile ilişkim sınırlı, daha öncesinde benzer örnekleri var mıdır bilemiyorum ancak bu tonu ve anlatım dilini yakalamış bir filmi izlemek bana kalırsa keyifliydi. Film, her ne kadar dinler üzerine yoğunlaşmış gözükse de aslında sosyal sistemi eleştiren bir film.



Bu soruları  uzaydan gelmiş, bir çocuk misali saf, ön yargılardan uzak ve toplumsal dayatmalar nedeniyle henüz mantık işleyişini kaybetmemiş bir varlığın sorması hem güzel (aynı zamanda işlevsel)  bir fikir hem de doğal.






Ana eleştirisi,  insan ile inandığı yaratıcısı  arasına girenler ve bunlardan kazanç sağlayanlara ek olarak değerlerin sömürülmesi olan filmde aslında bunun ardında da pek çok soru soruluyor. Hangi Tanrı (yaratıcı) ? , bizi yaratan mı, insanların yarattığı mı? Doğum işaretlerimiz nerede? gibi...



Yine daha öncesinde çeşitli filmlerde sorulmuş sorular yine bu filmde de yer alıyor. Örneğin adını şu anda hatırlayamadığı bir savaş filminde  geçen -yaklaşık-  "biz kazanmak için tanrımıza dua ediyoruz, onlar da kendi tanrısına. Peki hangimizin dileği kabul olacak?" veya yine başka bir filmde hatta edebiyatta yer alan " bu kadar fakir çocuk varken bu tanrılar nerede" ve  daha nicesi gibi...


İnsan eliyle değerlerin sömürülmesinin ardında filmin pek çok karesinden fışkıran soruları algılamak ve kendince yanıtlamaya ya da yanıt aramaya girişmek ve filmi bu doğrultuda yorumlamaya çalışmak artık izleyene kalmış. Film sorular soruyor, zaten sorgulayıcılık üzerinde duruyor ancak bunlara cevap vermiyor ya da kendi düşüncesini kabul ettirmeye çalışmıyor. Tüm bunları yaparken ise inançla (hiçbiri ile) dalga geçmiyor, aksine insanların bunların karşısında aldığı pozisyonu dilini de ayarlayarak mizah yolu ile düşündürmek için kullanıyor.



Filmde kullanılan "yanlış numara" benzetmesi oldukça hoş olmak ile birlikte onunla eşdeğer olan kavram" dans eden arabalar " bana kalırsa ^^


Ve söylendiği gibi, tüm evreni ve dünyayı yaratan yaratıcıyı korumak işini insanlar üstlenmemeli. Filmin en kayda değer sahnelerinden bir tanesi bu olsa gerek( İzleyenler anlamıştır.)



Aslında eleştiriler bununla bitmiyor tabii ki. En hoşuma gidenlerden bir tanesi dil üzerine olandı. "İnsanlar bir şey söylüyor ama aslında başka bir şeyi kast ediyor" diyordu P.K. Haklı mı? Haklı! "Nasılsın?" diye soran  birine kötü de olsak "iyiyim" diyoruz çoğu zaman ama karşımızdakinin halimizi anlamasını da istiyoruz diğer yandan. Bunun gerçekliğini anlamak karşımızdakine kalmış. Bunun gibi bir sürü örnek düşünün kafanızda işte.  Filmin en  temelinde insanlık ele alınmış.







Mesajlar çok mu direkt, insanın gözüne mi sokuluyor bilemiyorum. En azından benim için rahatsız edici değil.  Aamir Khan' ın çoğu filminin  mesaj kaygısı taşıdığını biliyoruz. Bu filmde bazı mesajlar insanın gözüne sokulsa bile - anlatım tarzı nedeniyle - çok göze battığını düşünmüyorum aksine eğer çok değişkenli, çok geniş bir kitleye ulaşmaya ve bunları onlara taşımayı düşünüyorsanız bu kötü bir şey de değil bana kalırsa. Bu direkt mesajların altında pek çok ufak ayrıntı, soru, detay, minik mesajlar olduğunu eklemeden de geçmeyeceğim. Filmde bazı konulara  bayağı geniş açıdan bakılmış, bu da bir artı.



Film süresine rağmen akıcı ve renkli. Oyunculuklar oldukça başarılı. Filmin en büyük başarısı, ele aldığı konuyu, bu tonla, bu derece estetik şekilde  ve herkese ulaşabilecek şekilde işleyebilmiş olması. İzlemesi kesinlikle keyifli bir film bana kalırsa, izleyin pişman olmazsınız. Eğlendirirken düşündürebilmek önemli bir işlev.



2 - 3 IDIOTS 








2009 yapımı bu filmin yönetmeni Rajkumar Hirani. Filmde Aamir Khan, R. Madhavan, Sharman Joshi, Kareena Kapoor, Boman Ironi gibi isimler yer alıyor.



Doğruyu söylemek gerekirse,  zamanında bu film çok övülünce izlemekten kaçınmıştım. Daha sonra muhtemelen filmi başka bir şeyle karıştırıp (bazen bende oluyor, farklı çağrışımlar yapıyor, bir filmi başka bir film ile falan karıştırıyorum) izlemekten iyice kaçındım sonra da unuttum gitti. Neyse, 2. gün karşıma çıkan film 3 Idiots idi.



Söylemeliyim ki ezberci ve insanı notlarıyla etiketleyen, yaratıcılığa, kişilerin farklılığına ve farklı düşünce tarzlarına izin vermeyen eğitim sistemlerine gömen tüm filmler baştacımdır. Bu (ve benzer) sistem (ler) den hayatım boyunca her yerde nefret ettim. Baş kaldırım şu yaşıma gelmiş olmama rağmen bunun ilerisine, yani insanları  tek tipliliği, tek boyutluluğu, muhteşem robotik özellikleri ve yalakalığıyla ile değerli bulan sistemle hala devam etmekle birlikte bu başkaldırı dönüp dolaşıp yine bana giriyor ama olsun, ben iyiyim. :)



Bir mühendislik fakültesinde geçen film, ezberci ve rekabete dayalı toplumsal sisteme öğrenci hazırladığı için öğrencileri birer not ve yarış atı şeklinde gören ( özelinde eğitim ) sistem eleştirisi. Bununla birlikte içinde dostluk, umut, aşk gibi diğer noktaları da barındıran, izlemesi keyifli ve eğlenceli bir film. (Yani sanırım izlemeyen çok azdır? )






(Filmin müzik seçimlerini ben çok güzel buldum. Hepsi ayrı ayrı keyifli ancak bu parça nedense bir adım önde benim için. Parçanın kendi havasının, tadının yanında kullanıldığı sahneler de beni ayrıca etkilemiş olabilir.

"Give me some sunshine, give me some rain
Give me another chance, I wanna grow up once again"

Daha ötesi var mı? )



Aamir Khan' ın yaşını bu film ile birlikte öğrenip dumur olduğum doğrudur. ( Daha önce merak etmemiştim)   Yine de bu noktada yalnız olduğumu sanmıyorum?



Oyunculukları son derece başarılı buldum. Her ne kadar tam anlamıyla gerçekçi olmasa da filmin tonu bu kardeşler demek istiyorum. Bu haliyle dahi pek çok öğrencinin iç dünyasına ışık tutulmuş^^



Rancho (Aamir Khan) hayatta pek çok insanın olmak istediği/isteyeceği bir karakter olmak ile birlikte eminim herkes hayatında böyle bir arkadaşa sahip olmak ister.



Farhan ve Raju yani R. Madhavan ve Shaman Joshi de performans olarak gayet iyi. Dostluklar kolay kurulmuyor işte.





(Türkçe alt yazılısını seçtim. Filmlerdeki tüm parçalarda olduğu gibi sözler de ayrıca güzel)



Virüs, hayatım boyunca karşılaştığım tiplerden biri. Eskiden Virüs gibilerden daha çok bulunurdu. Her ne kadar Virüs masum olmasa bile yine de hakkını yememeliyim. Virüs gibiler her şeye rağmen kendi içlerinde tutarlıdır. Bir birikimleri, bakış açıları vardır. Bunu kırabilirsiniz ya da kıramazsınız. Günümüzde bunların çok daha değişik, rüzgara göre yön değiştiren ve en kötüsü kendilerine ait bir bakış açıları olmayanları sayıca çok fazla ne yazık ki!


Ve Chatur...  Hayatta Chatur gibilerden bolca bulunuyor, değil mi?



İçindeki sistem eleştirisi ile birlikte oldukça eğlenceli bir film 3 Idiots. "Overrated" mi, bilemeyeceğim ama izlemesi son derece keyifli. Zamanın nasıl geçtiğini insan izlerken hissetmiyor.







Eğer benim gibi bir hataya düşmüşseniz kendinize bir şans verin.



3 - Taare Zameen Par (Her Çocuk Özeldir)




2007 yapımı bu filmin yönetmeni ve yapımcısı Aamir Khan. Oyuncular arasında Darsheel Safary, Aamir Khan, Tanay Chheda gibi isimler yer alıyor.


Filmin adı Dünyanın Yıldızları (Imdb' de Yerdeki Yıldızlar). Birazdan bahsedeceğim kitapta, filmin sloganının "Her çocuk Özeldir" olduğu söyleniyor.



Film disleksik bir çocuğun yaşamından kesitler sunuyor. Rekabetçi bir sistemin ortasına atılmış bu çocuğun, kendi hayal dünyasında yaşayan kendince mutlu bir çocuk olmasına rağmen,    sosyal sistem içinde  toplum tarafından disleksinin de etkisiyle başarısız, aptal, yaramaz, tembel olarak etiketlenmesini gösteriyor. Kendini tam anlamıyla ifade edememesi nedeniyle öfkeleniyor zaman zaman. Bir süre sonra ders notları dipte olduğu için zeka geriliği olduğundan da şüpheleniliyor. Ailesi,  bu ele avuca sığmayan çocuğu terbiye etmek ve cezalandırmak için çocuğu yatılı bir okula gönderiyor. Ne yapsa bir türlü başarılı olamayan, kendini kabul ettiremeyen çocuk bir süre sonra artık itilmişliğinin de etkisiyle tamamen öz güvenini  kaybediyor ve kendini soyutluyor. Filmin ikinci yarısında ortaya çıkan yatılı okulun geçici resim öğretmeni tarafından çocuğun hayata döndürülmesini izliyoruz Taare Zameen Par' da.




Disleksi ile ilgili pek çok hikaye ve olay duydum, özellikle son yıllarda. Türkiye'de ne kadar yaygındır bilemiyorum ancak çoğu insanın disleksi ile ilgili bir fikri olmadığını düşünüyorum. Duyduğum bu hikayelerden en fantastik olanı ( fantastik burada acı, inanılmaz, şaşkınlık verici anlamında) zamanında küçük bir kızın liseye kadar disleksik olduğunun  öğretmenleri,  ailesi, yakınları tarafından farkına varılmadan gelebilmesi - ki ne acılar, ne durumlar yaşadığı ayrı bir konu - sonunda zeka geriliği teşhisi konulması üzerine İstanbul' da özel bir okulda sorunun disleksi olduğunun farkına varılması. İnternet çağını yaşadığımız, haberleşmenin kolay sayılabileceği şu günlerde dahi pek çok öğretmenin öğrencisinin sorununun köküne inip böyle bir sorunu olabileceğinin farkına varabilmesi olasılığını çok düşük olduğunu düşünüyorum. (yani en azından diyebilirim ki  bildiğim  çocukların hiç birinde varıldığını görmedim)




Yine de film her ne kadar disleksik bir çocuğa odaklanıyor olsa bile aslında özünde, sloganı gibi her çocuğun ayrı bir ışık, dünyada yer alan ayrı bir yıldız olduğuna, hepsinin ayrı ayrı farklı özellikleri olduğuna vurgu yapıyor bana kalırsa. Filmde engelli çocukların yer alması ve onlara değinilmesi ayrıca hoş.







Film, ağlatma kapasitesine sahip ayrıca sizi çok güldürme potansiyeline de sahip. Film bittikten sonra ise bir şekilde insan mutlu ve hafiflemiş hissediyor kendisini. Filmi eğer tek başıma izlemiş olsaydım muhtemelen ağlardım. Bu sefer izlerken gözyaşı dökmemeyi başarabildim ancak dolu olan sinüsler nedeniyle zaman zaman yanaklarım ve alnım ağrıdı ^^


Film, Aamir Khan' ın ilk yönetmenlik denemesiymiş. Bana kalırsa arka plandaki herkes çocukların dünyasını oldukça iyi anlamış. Çocukların ve aynı zamanda Ishaan' ın gözünden dünya çok iyi yansıtılmış. Bu anlamda başarılı.



Oyunculuklar filmin diğer başarılı öğesi. Çok doğal, çok sade, insana dokunan cinsten. Özellikle Ishaan yani Darsheel Safary, filmi alıp götürüyor. Kitaba göre, uzun arayışlardan sonra Darsheel Safari' yi bir dans okulunda bulmuşlar ve normalde çok mutlu bir çocukmuş. (Filmdeki enerjisini göreceksiniz zaten) Ağlama sahneleri söz konusu olunca "Aamir amca, ben ağlayamam" diyormuş. Bununla birlikte filmde rol alan tüm çocukların ilk kamera önü deneyimiymiş. Hem Darsheel hem diğer çocuklara yol göstericilik büyük ölçüde Aamir Khan' a düşmüş.





(Şarkı eğlenceli. Aamir Khan burada çok hoş gözüküyor, bu ise ayrı bir konu ^^. Ancak bu videoyu çocuklar nedeniyle izlediğimi de söylemeliyim. Çabaları, doğallıkları çok tatlı. Yani bir insana kameraya bakma derseniz, istemese dahi gözü inadına kameraya kayar. Başarılı değil mi şimdi?)



Söylediğim gibi bana kalırsa film çok sade, doğal ancak izleyene oldukça ince dokunuşlar yapabilen bir film. Ben oldukça beğenmekle birlikte çok başarılı buldum. Taare Zameen Par, Oscar' a aday olamamış.


Film çoğunlukla olumlu eleştiriler almış ancak kitapta Variety' nin yorumu ilgimi çekmişti. Kitap elimde olmadığı için  birebir yazamıyorum ancak şöyle bir şeydi; "Şüphesiz sempatik ancak gerçek bir dram ve ilginç karakterlerden yoksun". Kitabı okurken, bu yorumu hayretle yanımdaki arkadaşlardan birine okudum. Arkadaş istifini hiç bozmadan "Amerikan sinemasının formüllerini ve başarısını korumak adına böyle bir yorum yapmışlardır" dedi ve kahvesini yudumlamaya devam etti.



Gerçekten yorumun ardında herhangi bir niyet var mı bilemem ama film hakkında yapılan bu yoruma katılmam mümkün değil. Film sempatik, kesinlikle evet. Dram noktasına gelirsek... Film eleştirmeni falan olamam, sinemadan pek anlamam, milyonlarca film izlemişliğim yoktur. Buradaki gerçek dram mevzusunu  anlamadım. Yani, 8 - 9 yaşındaki bir çocuğun kendini dış dünyaya ifade edemeyişi, dünyayı farklı algılayışı, belirli toplumsal çizginin dışında kalışı, etrafındakiler tarafından anlaşılamaması, cezalandırılması, kendini ortaya çıkaramaması gibi nedenlerden dolayı depresyona girmesi, öz güvenini kaybetmesi, dışarı itilmesi dram değil midir? Yoksa bunun çok sıradan bir durum olması mı dram etkisini üstünden alan bilemiyorum. Bana kalırsa en has dram bu. İlginç karakterler noktasına gelirsek, ne bileyim ezbere konuşmayan çocuğa "otur, sıfır" diyen öğretmen, başarısızlığı nedeniyle "çocuğunuz geri zekalı, okuldan alın" diyen müdür, "ilgiyi" etrafa göstermek sanan ebeveynler sıradan karakterler, evet. İlginç değiller! Çocuğun farkına varan, üzerine eğilen öğretmen karakteri biraz hafif çizilmiş olsa da (bu da çeşitli nedenlerden, çocuk oyuncunun önüne geçmemek vs.. falan gibi güzel bir karar bence) ilginç değil mi bilemiyorum, klişe olabilir belki!(Filmi beraber izlediklerimden biri serzenişte bulunmuştu film esnasında "neredeeeeee böyle ilgili, fedakar öğretmenler" diye) Sonunda da çocuk epik bir başarı yakalamıyor, belli ki sorun burada. Derslerinde ilerleme gösteriyor, normal bir çocuğa dönüşüyor ve dönem bitiyor. (bence epik bir başarı ve film adına başarılı bir son tabii)


Neyse, tüm bunların dışında film bir sistem eleştirisi işte.




(Bu şarkıya, sözlerine, film içindeki kullanımına, tanımlamasına methiyeler düzebilirim.Çocuğun son anda su birikintisine özenle sıçrayıp basmasına ayrıca gülüyorum, güzel detay. Çünkü çocuklar gerçekten böyle)



Bir öğretmenin yardımı ile hayata dönen bir çocuk... Bir çocuğun sevgisini ve saygısını kazanabilmek dünyadaki en güzel ve özel şeylerden bir tanesi olsa gerek. İzlemesi çok keyifli bir film. Sıradanlığı, yoğunluğu, eğlencesi ve etkileyiciliği, her şeyden öte çocuk dünyasını yakalayışı ile başarılı bir film. Kendinizden de çok fazla şey bulabilirsiniz. Eğer izlemediyseniz şiddetle öneririm.



Benim Yolum - Aamr Khan' ın İnanılmaz Yolculuğu



Christina Daniels tarafından kaleme alınan ve  Türkçeye çevrilerek  Martı Yayınlarından 2015 yılında çıkan kitap, Aamir Khan' ın hayatı ve işlerini  anlatıyor. Üçüncü bir ağız tarafından, derlemeler halinde sunulmuş. Bir gün içinde hepsini okumaya fırsat bulamasam da hoş bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Sinemaya bakış açısı, düşünceleri, filmler hakkındaki bilgiler (amaçları, arka planı, yapılmak istenenler vs...), birlikte çalıştığı insanların kendisi hakkındaki yorumları, özel hayatı gibi konular  yer alıyor. Tüm aktivistliğine ve filmlerini özenle bir mesaj amacı ile seçmesine rağmen Aamir Khan' ın sinemanın esas işlevinin eğlence olduğu düşüncesinin en azında yukarıda yer alan üç film için doğru olduğunu söyleyebilirim. Hayranlarının beğeneceği bir kitap sanırım.


Son olarak bu yazıyı sonlandırırken tabii ki All izz well :)








LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...